İçeriğe geç

Yazar: Esin Yıldız

Dirilmeyi bekleyen kimlik(ler)

”Senden yana olanların da, sana karşı olanların da bir değeri yok;
seni anlamadıkça…”
Özdemir ASAF

Mekanikleş(tiril)en hayatın çarklarında can çekişen bir ruhun haykırışıdır bu!

Ben kimim? Beklenilenin aksinde bir kimliği taşıyorsam var olan görüntümün içinde, kabahatlisi ben olamam ya? Bir dakika, bu beklenilenler aslında önyargıların inşa ettiği beklentiler silsilesi olmasın sakın! Beklentileri suya düşürdüm. Peki şimdi ben; beklenilenin aksinde bir kimliği barındırdığım için, toplumun görünümümden ötürü biçtiği gölge kimliğe esir edilen esas kimliğim bir anlığına da olsa özgür kalabildiği için, sevinmeli miyim?.. “İstisnalar kaideyi bozmaz” cümlesindeki istisnanın ta kendisi de olmuş olabilirim halbuki. Zihinlere giydirilmiş prangaların izin verdiği kadar özgür kalabildim sadece. Yani her seferinde adam asmaca oynar misali oynanılan kimlik asmacada “bu seferlik” asılmaktan kurtulduk.

Tılsım – (Dolun)Ay; Geçmişe Düşen Yakamoz

(Dolun)Ay… Geçmişe Düşen Yakamoz “Keşke dönmesem, keşke tanıdık gelmese ardımda bıraktığım yollar. Ve ben kendimi yine aynı yollarda yürürken bulmasam. Söylenilenler bugün gibi aklımdayken; bugün, söylenilenlerden çok farklı… Anılarla, geçmişten geriye kalan izler çok farklı… Bir süre sonra neden geçmişteki gibi olamıyoruz diye sorgulamayı bırakıp, geçmişin bir daha asla geri gelemeyeceğini öğrendim… Yitip gidenlere, geri dönüşü olmayan geçmişime, dünümde ölen geleceğime…” Ne kırılan bir bardağın parçalarını yapıştırınca o bardak eskisi gibi olurdu; ne de yaprakları sonbaharda dökülen ağaç, ilkbaharda yeniden yaprak açtığında eskisi gibi olurdu… “Eski” geçmişin gizine esaretti. O, geçmişin “giz”ine hasret… Geçmişe duyulan özleme çok kızsa da bizzat kendisinin özlemler içinde kıvranmasına engel olamamıştı… O çok kızdığı özlem; yüreğinde bir ateş olmuş yanmıştı… O da; unutkanlık tohumlarını saçmıştı…

Tılsım – Yağmur; Özlenilene Gözyaşı

  Yağmur Özlenilene Gözyaşı “Üstü başı sonbahar… Sahi bu sene sonbahar ne de çabuk geçmişti. Eylül’ü iple çekerken, su gibi akıp geçmişti Eylül. Ve ardından Ekim, Kasım… Rüzgar artık daha sert esiyordu, kapıyı çalmak üzere olan kışın haberini veriyordu şimdiden. Güneşin bulutların ardına saklandığı, gökyüzünün çoğunlukla gri olduğu zaman dilimi. Güneşi yazdan çok sonbaharda severdi. Belki de bundan ötürüydü bir kafede yarım yamalak duyabildiği ama tek bir cümlesiyle içinde kocaman bir yeri kendine taht edinen o şarkıyı, saatlerce “Sonbaharımda baharsın” cümlesinden yola çıkarak araması… Bazı şarkılar hiç bitmiyordu…” Sıkıntılar ansızın gelir çöreklenirdi yüreğinin ortasına. Nedenini bir türlü bulamazdı. Kavrulurdu yüreği, kelimeleri; suskun kalırdı yine de. Gözleri konuşurdu o zamanlar. Ama duyan olmazdı çoğunlukla. Bazen hangisinin daha kötü olduğuna karar veremezdi;…

Tılsım – Rüzgar; Gelmeyenin Hikayesi…

Rüzgar
Gelmeyenin Hikayesi
“Sanki köşe kapmaca oynayan çocuklardık. Ve onun gözümün içine baka baka içimde kaptığı her köşe; duygularımı bir bir namlunun ucuna sürse de, bir çocuğun eline silah yakışmazdı. Bir çocuğun gözbebeklerinden süzülen yaşlarla öfke tohumlarını sulamak da yakışmazdı. Elimden düşürdüğüm silahtı. Yüreğime düşen O. Köşe kapmaca oynamak benim için fazlasıyla karmaşıktı artık…”

 

Son Dakika: Toplum Felç Geçirdi!

Kimi düşüncelerin karşı konulamayan bir şekilde; evrim geçirdiği ve insanoğlunun ne yazık ki bu evrime karşı koyamadığı haberi geçtiğimiz günlerde kamuoyunun gündemini epeyce meşgul etmişti. Evrimleşme sonucunda; kuklaların adaletiyle infaz edilen düşüncelerin yerini, hızla, virüslerin yaydığı hastalıklı düşüncelerin alması; toplumun belirli bir kesiminde büyük bir infial uyandırırken; çoğunluk, bunun bir komplo teorisinden ibaret olduğunu düşünmüştü. Çoğunluk temsilcisi yaptığı açıklamada; durumun abartıldığına ve hatta asıl bu paronayakça düşüncelerin hastalıklı düşünceler olduğuna, bu düşüncelere sahip kimselerin ivedi bir şekilde tedavi edilmesinin gerekliliğine dikkat çekerek; söz konusu kişilerin toplumda bir kaos havası oluşturmak suretiyle durumdan kendilerine vazife çıkartmaya çalıştıklarını dile getirmişti. Çoğunluğun bu tavrı karşısında daha da büyük bir vehamete kapılanlar, bunun üzerine kendi aralarında toplanmayı uygun görmüştü. Bugün sona eren toplantının ardından…

Tılsım – Sonbahar; Yaprakların Hüzünle Dansı

 Önsöz

Bilinmezliğe atılıyordu her bir adımı… Gözlerine hüzün oturmuştu; başı önde, elleri ceplerinde serin bir sonbahar gününde, şehrin tüm gürültüsünden soyutlanmış yürüyordu… Kulağına kuş cıvıltılarını doldurmaya çalışıyordu korna seslerinin yerine… Ve rüzgâr sarmalıyordu onu, merhametle kollarını açıyordu ona. Üşüyordu, ama rüzgârın soğukluğunda aradığı sıcaklığı buluyordu… Kimsenin duyamayacağı bir şarkıyı mırıldanıyordu… Kimsenin göremeyeceği çocuklarla koşturuyordu parkta… Adımlarının önüne düşmek üzere olan bir yaprağı farketti… Usulca süzülüyordu gökyüzünden… Duraksadı ve seyretti. Rüzgâr’ın armağanı…

Sanrı

Depremler oluyor zihnimde ve “zaman” kavramımda oluşan çatlaklardan anılar sızıyor yüreğime. Yüreğim sızlıyor.
Çatlaklar… O çatlaklardan ansızın sızan “anı”lar… Uçuruma evrilen çatlaklar. Karanlığa çıkan… Birazdan gün(eş) de batacak zaten… Depremler… Depremler… Kulaklarıma dolan sağır edici bir uğultu; ama hep aynı melodi sanki… Yarıklar… Uçuruma evrilen…

Ah bir de şu sivrisinekler olmasa her şey çok daha güzel olacak…

Yorgunluktan ağırlaşan gözlerime direniyorum. Evet bedenim yorgun ama ruhum da yorgun. Ve bedenimden önce ruhumun dinlenmeye ihtiyacı var… Yazın son demleri; dört mevsim içerisinde benim için özel olan sonbaharın usul usul gelişini hissettirdiği günler… Şehrin ışıklarından ve gürültüsünden uzakta; gökyüzünün bağrında ışıldayan hilal ve sessizliği bozan ağustos böcekleri… Ah bir de şu sivrisinekler olmasa her şey çok daha güzel olacak…

Küçükken değil “çocuk”ken hep Rize’ye geleceğimi, memleketime hizmet vereceğimi söyler, içten içe de tüm özlemlerimi dindirebileceğimi sanardım… Seneler geçti ve her sene en az bir kere geldik Rize’ye. Ve Rize’den her ayrılışımda tekrar kavuşmak üzere bir parçamı hep onda bıraktım. Bir nevi emanet ettim… Her kavuşmamızda tamamlandım. Her ayrılıktan sonra eksik kaldım. Zaman geçtikçe eksik yanımın yokluğuna özlemim geçmiyordu ama o özleme alışmayı öğreniyordum. Bir bakıma eksik yaşamayı öğreniyordum… Oysa çocukken özlemlerin sonsuza dek dindirilebileceğini düşler, sadece sabretmem gerektiğine inanırdım. Keşke çocuk kalabilseymişiz… Aman ha bu söylemimi bir kaçış olarak algılanmayın