Yorgunluktan ağırlaşan gözlerime direniyorum. Evet bedenim yorgun ama ruhum da yorgun. Ve bedenimden önce ruhumun dinlenmeye ihtiyacı var… Yazın son demleri; dört mevsim içerisinde benim için özel olan sonbaharın usul usul gelişini hissettirdiği günler… Şehrin ışıklarından ve gürültüsünden uzakta; gökyüzünün bağrında ışıldayan hilal ve sessizliği bozan ağustos böcekleri… Ah bir de şu sivrisinekler olmasa her şey çok daha güzel olacak…
Küçükken değil “çocuk”ken hep Rize’ye geleceğimi, memleketime hizmet vereceğimi söyler, içten içe de tüm özlemlerimi dindirebileceğimi sanardım… Seneler geçti ve her sene en az bir kere geldik Rize’ye. Ve Rize’den her ayrılışımda tekrar kavuşmak üzere bir parçamı hep onda bıraktım. Bir nevi emanet ettim… Her kavuşmamızda tamamlandım. Her ayrılıktan sonra eksik kaldım. Zaman geçtikçe eksik yanımın yokluğuna özlemim geçmiyordu ama o özleme alışmayı öğreniyordum. Bir bakıma eksik yaşamayı öğreniyordum… Oysa çocukken özlemlerin sonsuza dek dindirilebileceğini düşler, sadece sabretmem gerektiğine inanırdım. Keşke çocuk kalabilseymişiz… Aman ha bu söylemimi bir kaçış olarak algılanmayın
Çocukluk, esasında yetişkinler için mümkün olmayanı oldurma yetisidir. Saf inanç ve güçtür. “Yetişkin” olmaya attıığımız her adımla; saf inancımızı yitiriyoruz ve hiçbirimiz gerçekler karşısında hayallerimizi koruyacak kadar güçlü olamıyor. Yaşadığımız her hayalkırıklığıyla kırılganlaşıyoruz, zayıf düşüyoruz. Hiç unutmam; çocukken inatla inancımı korumam üzerine babam; “Gerçeklerle yüzleş, hayal aleminde yaşama” demişti. Ama o her ne kadar bunları söylemiş olsa da ben inancımı korumuştum. Hayal aleminde değildim ben, isteğim hayal değil gerçek olacaktı…
6. sınıfa geçtiğimizde sınıf mevcudumuz ikiye katlanmıştı. Ve daha ilk günden kalabalıktan ötürü ben merdivenlerden düşünce; soluğu müdürün yanında alan babamın aldığı cevap: “Senin kızın da az dirayetli olsun” idi. Ve babamın bunun üzerine aldığı karar ise beni özel okula yazdırmak olmuştu. İlk başlarda hiç istememiştim, sonrasında zaman yine şefkatli(!) kollarını açarak alışma lütfunu sunmuştu… Ama gün geldi ve babam artık kardeşimle beraber özel okula devam edemeyeceğimizi, durumumuzun uygun olmadığını söyledi. İnatla inanmadım o rakamların gerçeklerine. Babam, “Gitmeniz çok zor, imkansız gibi bir şey” derken; ben hep kalbimde zerre kadar şüphe olmadan “Allah büyük” dedim… Dedim ve gün geldi devran döndü; bir gün babam aynı okula devam edebileceğimizi söyledi sesinde gizlenemeyen hayretle. Sonrasında babam bana şakayla karışık takıldı bu olaydan ötürü ama içten içe ne hissettiğini şimdi anlayabiliyorum. Nereden geldim ben buraya?.. Küçük değil çocuk olmaktan… Velhasıl kelam; çocuk olmak başka… Sorumluluk sahibi olmamaktan değil o başkalık… O başkalık “yürekten”…
Şimdi yine Rize’deyim. Ama çocukken gece yarısı gökgürültüsü ve sağanak yağmurun sesiyle korkuyla yatağımdan sıçrayıp, şimşeğin karanlık odamızı masmavi ışığıyla doldurmasıyla beraber yorganımı kafamın üstüne çektiğim günler geride kaldı. Büyüdüm sanırım. Korkularım, kaygılarım, yaralarım biçim değiştirdi. Hayallerimi yitirdim. Artık eksik kalan bir değil bir kaç parçam var. Rize’ye geldiğimde tamamlanamıyorum. İşin kötüsü nereye gidersem gideyim hep eksik kalacağım hissi de gölge gibi peşimde…
Ne demiştim yazının başında; “Ah bir de şu sivrisinekler olmasa her şey çok daha güzel olacak…” Maneviyatımızın kanını emen o kadar çok sivrisinek var ki, ruh kaşıntımız, huzursuzluğumuz, her mutlulukta buruk kalışımız o yüzden… Yoksa mesele kötümser olmak değil. Masallarımızdaki iyiyi kaybettik biz gerçeklerimizde, bir türlü bulamıyoruz. Bir buhranın içerisindeyiz. Öyle ki düşlerimiz düşüncelerimizde kavuruluyor, yarınımız bugünle baltalanıyor.
Yağmur yağmıyor artık, gökyüzü ağlıyor;
Şimşek çakmıyor artık, bulutlar haykırıyor…
Ruhum yorgun… Cümleler hala yarım… Yine de “umut”la virgül koyalım.
“Her şey, üstüne yıldırım düşen bir ağaç gibi çatırdayarak yıkılmayacak. Bu ağaç yalnız büyük bir kasırga ile silkeleniyor. Bu devrenin ihtilâcı. Kasırga dinmek üzere. Bu devre kapanıyor. Büyük bir zelzelede, kulak zarımızı patlatan gürültüler ve toz duman arasında içimizi bastıran korku ile fantastik bir muhayyile ile her şeyin yıkıldığını sanırız; fakat zelzele durunca, titreyen eşya sabit şekillerini alınca, ancak temelleri çürüyen binaların devrildiğini ve sağlamların tozlardan silkinerek vakarla hayata çıktığını görürüz.” Peyami SAFA