İçeriğe geç

Tılsım – Yağmur; Özlenilene Gözyaşı

Özlenilene Gözyaşı

 

Yağmur
Özlenilene Gözyaşı

“Üstü başı sonbahar… Sahi bu sene sonbahar ne de çabuk geçmişti. Eylül’ü iple çekerken, su gibi akıp geçmişti Eylül. Ve ardından Ekim, Kasım… Rüzgar artık daha sert esiyordu, kapıyı çalmak üzere olan kışın haberini veriyordu şimdiden. Güneşin bulutların ardına saklandığı, gökyüzünün çoğunlukla gri olduğu zaman dilimi. Güneşi yazdan çok sonbaharda severdi. Belki de bundan ötürüydü bir kafede yarım yamalak duyabildiği ama tek bir cümlesiyle içinde kocaman bir yeri kendine taht edinen o şarkıyı, saatlerce “Sonbaharımda baharsın” cümlesinden yola çıkarak araması…
Bazı şarkılar hiç bitmiyordu…”

Sıkıntılar ansızın gelir çöreklenirdi yüreğinin ortasına. Nedenini bir türlü bulamazdı. Kavrulurdu yüreği, kelimeleri; suskun kalırdı yine de. Gözleri konuşurdu o zamanlar. Ama duyan olmazdı çoğunlukla. Bazen hangisinin daha kötü olduğuna karar veremezdi; bir başına evde yalnız kalmak mı, kalabalıklar içinde yalnız kalmak mı… Bir başına kalmak kendinin bile tahmin edemediği sonuçlara yol açabiliyordu, zırhlarından sıyrıldığı anlarda kendisiyle baş başa kalmak ve yüzleşmek onun için giderek daha da ızdırap verici bir hale geliyordu. Uyku belki onun için eskisi gibi bir sığınak değildi ama hala kaçmak için tek yoluydu. Bilincini kaybedip de; kendini aşina sokaklarda yürürken bulmak gibi bir şeydi bu onun için. Lakin uyuyamıyordu bir türlü.

“Umut hadi yorma kendini arayışlarla. Gücün yok ne gerçek olmaya ne de düş olmaya. Hadi uyu; uyu da içimdeki çocuğu kandırabilcek kadar büyüyeyim.”

Bir buhran nöbetinde düşüncelerinin isyanıyla katledilmişti hisleri, umuda yer yoktu. Uyuyamadığı her dakika; sonu olmayan düşüncelerinin siyahla beyaz misali ayrılan bıçak keskinliğindeki uçurumunda, intihara mahkum ediyordu umutlarını birer birer… Celladı olmuştu doğmamış hayallerinin… Umutsuzluğunun gölgesinde filizlenen isyanı karşısında yorgunluğunun bile dizleri titriyordu… Korkuyordu… Çığlıklar fısıldıyordu kulağına hüzün. Çığlıklarına karışıp da kendinde kaybolmaktan korkuyordu… Rüzgar, karanlığın ninnilerini söylüyordu usulca. Sessiz yakarışlarının çaresizliği tırmalıyordu kulağını. Gece kusursuzca örtmeye çalışırken etrafı, şehrin ışıkları mızıkçı çocuk rolünde geceye inat aydınlatıyordu şehrin vefasız yüzünü… Gece küskün ve suskundu. Dinmiyordu özlem, bitmiyordu yokluğunun sancıları. Hiç gelmeyecekti… Hep bekleyecekti… Dinmeyecek bir özlem büyüyordu içinde çığ gibi. Her yeni gün onun yokluğuna gebeydi. Ve her yeni gün birer birer önüne çıkarıyordu yokluğunun çocuklarını: “Özlemini”… Karşısına çıkan her çocuğun gözlerinde; kaybettiği düşlerini ve oyunun ortasında gözleri bağlı, dizleri kanamış öylece kalan çocuğu: “Kendini” görüyordu. İçindeki çocuk direndikçe; özlemin çocukları daha çok kanatıyordu dizlerini… Daha çok mızıkçılık yapıyorlardı… Tıpkı şehrin ışıkları gibi…

“Büyüdük” sözcüğü yankılanıyordu derinlerinde bir yerde. Öyleyse neden hala kanayan dizleri vardı? Nasıl bir oyun oynanıyordu? Hayır, hayır; bu masumca oynanan bir çocuk oyunu değildi elbette… Büyümüştü… Ama umutları, içindeki çocuk… Dizlerinden kalbine sızan kanlarla öylece yürümüştü. İçindeki çocuk yalnızlığa emanet… O gün bugündür kağıttan gemilerle mektuplar yollardı içindeki çocuğa; gözyaşlarında yüzdürerek. Hayatın suları sığ kalsa da gözyaşları fazlasıyla derindi.

Tetik yine aynı kişinin parmaklarının ucundaydı ve fazlasıyla hoyrattı. Gözlerinin hayaliyle bile tuzla buz olmuştu. Bıçak açmıyordu ağzını. Uyumayı dileyerek gözlerini kapamasıyla gördüğü karmakarışık rüyaların istilasına uğraması bir oldu. Gözleri korkuyla açıldı. Hayatının da pek bir farkı yoktu aslında o karmakarışık rüyalardan… Her seferinde bir cümle kazınıyordu beynine:

“Kol kırılır yen içinde kalır.”

Cümlenin sadece beynine kazınmadığını, aynı zamanda sayıkladığını farketti. Uyumalıydı. Ama rüya görmemeliydi. Sadece uyumalıydı. Yorgundu. Göz kapaklarının ağırlaşmasına engel olamıyordu, ama düşünceler hala tüm hızını koruyarak beyninde dolanıp duruyorlardı. Oysa düşüncelerini kovalayamayacak kadar yorgundu ve düşüncelerinin seline kapılıp gitti şuursuzca… Gerçekle düşün ayrımını kaybediyordu, sayıklamaları giderek seyrekleşti. Birbirinden kopuk kelimeler söylüyordu artık… Uyku, tam da kendini zaptedemediği bir zamanda ona kollarını açmıştı. Direnemeyecek kadar bitkindi ve farkında olmadan uykuya sarılmıştı: gözlerini sonunda kapamıştı. Ama düşünceleri hala direniyor ve uykuya teslim olmuyorlardı. Rüya gibi bir şey görüyordu… Belki de uyumasıyla beraber kontrolü dışına çıkan bilinçaltında kendiyle yüzleşiyordu… Birini görmüş gibi buruk olsa da bir gülümseme belirdi yüzünde. Sonra bir anda gülümsemesi silindi yüzünden, kaşları çatıldı, yüzü bulutlandı… Ağlayacaktı sanki, ama ağlayamıyordu…

“Sana benziyordu. Gülüşü ve gözleri. Ama onun gözlerindeki tedirginlik ve heyecan senin gözlerinde hiç şahit olmadığım duygulardı. Sahi sen hiç heyecanlanmaz mıydın? Ya da hiç mi korkmazdın? Ayağını sallıyordu ama heyecandan. Sen ise stresten sallardın. Eli yüzüne gidiyordu heyecanına karışan mahcubiyetle. Senin elinse düşüncelerin yüküyle çenene yönelirdi. Ve ardından sigarandan derin bir nefes çekip, başını havaya kaldırıp dumanını üflerdin tüm gücünle… Sanki dağıtmak istediğin duman değil de düşüncelermiş gibi…Bense gülümserdim. Gülüşlerime gizlemeye çalıştığım hüzünler, içimde bir isyanın fitilini ateşliyordu oysa. Gözlerim… Bazen gözler, sözlerden çok daha başka şeyler anlatır. Ve bazen; bazı şeyler koca bir yumru misali boğazına takılıp da dile dökülemeyince; sadece gözler konuşur. Sağır edici bir sessizlik… Kelimelerin anlatabileceğinden çok daha fazlası… Gözlerim konuşurdu, ama sen o sağır edici sessizliği; gürültülü kelimelerinle yerle bir ederdin. Ben yalnızdım. Sen kalabalık…

Sancıdı sol yanım yine, sarsıntıların bitmek bilmiyor yüreğimde. Artçı sarsıntılarınla, mabedimin –yalnızlığımın- köhne duvarlarını üstüme yıkıyorsun… Her defasında seninle yıkılıyorum… Sensizliğin gölgesinden sıyrılacak olmak dizlerimi titretiyor… Adımlarım yerinde sayıyor geride kalırsın korkusuyla… Oysa ben, senin geride kalmanı değil; geriye kalmanı, bana kalmanı dilemiştim usulca… O gün bugündür susuyorum… Tesadüfler… Kimi zaman yüzü gülümseten hoş süprizler… Kimi zaman anıları geçmişten şu ana diriltmek suretiyle hortlak görmüş misali onun kalbinde, kalbinin silik gölgesini görmek… Kendi göz pınarlarında çağlayan yaşların arasından, onun gözlerinden doğan güneşin oluşturduğu gökkuşağının burukluğu… Kimi zaman özlemlerin “anlık çağrışım”larla doğan dayanılmaz sancısı… Tesadüf işte… İnsanın içini de sızlatabiliyor. Kimi zaman da böyle bu kadarı da tesadüf olamaz dedirttiren ama tesadüfün ta kendisi olan olaylar zinciri. Kimi zaman onu her şeyde görme isteğinin yankısı; “Tesadüf”. “Gördüğüme sevindim” der gibi… “Bana her şey seni hatırlatıyor” der gibi… Gölgeni buldu özleminle dolup taşan ruhum her yerde, her şeyde, herkeste. Bir özleyişti adın, bir esaretti seni düşünmek… Rüyamdasın, rüyadayım ben… Uyan, hadi uyan…”

Bir anda geçmişin küllerinin içinde alev almasıyla alt üst olmuştu bir bünyesi… Düşüncelerinin birbirine dolandığı ama tüm yolların tek bir yola çıktığı bir anın ardından başlayan karşı koyamadığı bir yolculuk… Acının bağrında büyüttüğü düşlerin, acıdan öteye geçemeyeceğini bilse de; yitip giden o düşleri her şeye rağmen yine yeniden istiyordu o tanıdık yolda “gözü kapalı” yürürken. Kuzu kuzu gidiyordu… Bilinçaltının arzusuyla bile isteye yanıyordu… Geçmişin dehlizlerini dolduran gözyaşlarında boğuluyordu… Sayıklamaları kesilmişti. Huzursuz bir uykuda olduğu belliydi… Her ne kadar uyuyor gibi görünse de, dışarıdan bakan birisi çatık kaşlarından düşüncelerinin hala uyanık olduğunu anlayabilirdi. Neden geçmişi isterdi ki insan? Zamanın tükettiklerinden dolayı mı? Yoksa zamanın getir(eme)diklerinden dolayı mı? Belki de her ikisi birdendir kim bilir… Mazinin küllerinden arta kalanlar savrulmuştu önüne, dokunmadan kokusunu ciğerine dolduramadan edememişti… Ateş kokusunu duyduğu zaman; huzurun eşliğinde garip bir burukluğun içini sarmasının nedeni de buydu belki de… Ah bu sanrılar…

“-Sen istemesini bilmiyorsun. Çabuk vazgeçiyorsun.
– Ben aslında hiç vazgeçmedim. Sadece sustum.

( “Adımlarım yerinde sayıyor geride kalırsın korkusuyla… Oysa ben, senin geride kalmanı değil; geriye kalmanı, bana kalmanı dilemiştim usulca… O gün bugündür susuyorum…” … Sustum. Bazen vazgeçtiğin için susarsın, bazen de vazgeçmesen de hayalkırıklıkların batar kalbine, kanatır cümlelerini onun için susarsın. Bazen “geç”tir, susarsın. Bazen (anlatamayacağını/anlamayacağını) bilirsin, susarsın. Susarsın. Ardından da kelimelere susarsın. O vakit ne kadar konuşursan konuş geçmez o susuzluğun sızısı; içinde kalmıştır… Kelimelerini yutkunsan da; ruhun doymaz… Öylece sustum. “Geç-miş”… Nafile gözyaşı döküyorum… Gayet iyi biliyorum ki, geçmişi hiçbir şey geri getiremez, hiçbir şey de eskisi gibi olamaz. Tıpkı benim de eskisi gibi olamayacağım gibi… Bu özlemin ağıdı geçmişin dehlizlerinde yankılanır durur, mazide kalan sözlerle beraber… O sözleri bugün gibi hatırlarken, düne hapsolmuş olmaları ne acı… Sevginin zamanı olur muydu ki? Olurmuş… Seviyor-DU-lar. Seviyor-MUŞ-lar. Bir varmışlar, bir yokmuşlar… Yenik düştük zamana… Son kullanma tarihi geçmiş düşler, zamanın çarkında sıkışıp kalmış arkadaşlıklar dostluklar… Özlemi dinmeyecek olan hayaletler… Özlem… Özlem; bir çok şeyin eşik değerini yükselterek, başkaca duyguların hissedilmesini engelleyen bir sis perdesi… İsteklerinin, hayallerinin, umutlarının, mutluluğunun kısacası hayatının tek bir şeye endekslenmesi: “Özlem duyulan(lar)a…”. “Özledim. Çok özledim.” Ne garip benim özle-mek fiilimin çekimi hiçbir zaman geçmişte olmadı. “Özlüyorum”… Şimdi nasıl cümleler kurmalı ki, o cümleler içimdeki özlemi söküp atmalı… Gelmeyecek olanı unutmalı. Şimdi nasıl cümleler kurmalı ki, içimdeki özlemi o cümlelere sığdırabilmeli… Başkaca duyguları hissedebilmeli… Şimdi ne konuşmalı? Ne hissetmeli? Ne yapmalı? Neye karar vermeli? Onca belirsizliğin içinde nasıl bir yol çizmeli kendine… Neye göre çizmeli?.. Ya da çizmeli mi bir yol? Yürünecek bir yol var mı ki?… Yoksa artık seyretmek kafi mi?.. Hala bir anlamı var mı? Şimdi; kanıma karışan zehir, aldanmışlığın katran karası hüznüyle siliniyor.)”

“Geri verilmez hiçbir yanılgı”…

Birden yataktan fırladı. Ter su içinde kalmıştı. Sağanak yağmur gecenin sessizliğini talan ediyor; yağmalıyordu tüm şehri… Şehrin dinmeyen yağmurlarının kaynağı sanki gözyaşlarıydı. Gözleri henüz karanlığa alışmadığından ve ayın bulutların arkasında kalmasından ötürü olsa gerek odası zifiri karanlıktı. Gözlerini tekrar yumdu ve sakinleşmeye çalıştı. “Allah’ım bu nasıl bir rüyaydı böyle. Rüya mı dedim ben. Bu olsa olsa kabus olur. Kabus mu sanrı mı her ne haltsa işte…” diye geçirdi içinden. Masa saatine baktı saat 03:00’tü. Uykuları sığınak değildi belki ama bir kaçış yoluydu. Ve anlıyordu ki bu kaçış yolunu artık bilinçaltı ele geçirmişti. Her ne kadar ter su içinde kalmış olsa da aslında bilinçaltının ona verdiği mesajı okumaya çalıştı. Düşündü de geçmiş dediği de bir kabustu onun için. Ve o uyanalı çok olmuştu. Aslında özlemi hiç gelmeyeneydi. Ve özlemi; artık dökemediği gözyaşlarındaydı. Bir hatırası belirdi gözlerinde.

“- Anne, ben anneannemde kalmak istiyorum.
– Baban bekliyor bizi.
– Ama anneannemi üzüyoruz…

– Anne ben anneannemi özledim çok. Sen hiç özlemiyor musun?
– Özlemez olur muyum? Özlüyorum, hem de çok…”

Çocuğun yanaklarından süzülen yaşlar, annesinin içinde çağıldıyordu. Şimdi de kendi yüreği çağıldıyordu “derin”inde.