İçeriğe geç

Yazar: Esin Yıldız

Kafes İçin Ağıt

“Alaycı Kuş”lara İthafen…

Perdelerin arasından süzülen güneş odasındaki karanlığı aydınlatmaya çalışıyordu. Bir sonbahar günüydü ve loş odasında puslu bakışları göz kapaklarından kurtulmak istiyordu. Lakin göz kapaklarıyla buna imkan vermiyordu. Sanki gözlerini açacak olsa odasını aydınlatmaya yetmeyen güneş, bir anda gözlerini aydınlığıyla boğacakmış gibi hissediyordu. Ruhu öyle bir karanlığın tesiri altındaydı ki, bırak gözlerini açıp perdeleri aralayıp güneşe bakmayı, odasına süzülen küçük ışık huzmeleri göz kapaklarının ardından bile gözünü alıyordu. Hasta yatağında duvar tarafına dönmesiyle yüzünde hemen duvarın soğukluğunu hissetti. Telefonundan bir mesaj sesi işitti. Okuyup, okumamak arasında gidip gelse de, telefonunun sesini de kapatma düşüncesiyle telefonunu eline aldı. Duvarın soğukluğunu kat be kat aşan bir soğukluk yüreğine çöreklendi: “Ölüm”

“Kaybettik”

Ölümler muhakkak ki bir kayıptı geride kalanlar için. Gidenler için de kimi zaman kayıp, bir ömürdü. “Öldü” diyemeyince “Kaybettik” derdi insanoğlu. Ve bundan sonra em küçük kaybında dahi ölümün soğukluğuyla ürperirdi yüreği. Eğer kaybeden yüreği ise…

Yatağından yorgun haliyle kalktı. Göz pınarlarına dolmuş yaşlar; ne akacak kan damarda durmaz dedi ne de su akar yolunu bulur dedi. Gözbebeklerinde ölümle birlikte öylece donup kaldılar. Ağlamadı, boğazında düğümlenen koca bir yumruya rağmen yutkunmaya çalıştı aynada karşılaştığı gözbebeklerinin karanlığında kaybolurken…

Rüzgar

Belki de yazamayışımın nedeni ilk cümleyi kurup da bir türlü başlayamamamdır. Bir başlasam ardı arkası kesilmeyecek belki sözcüklerimin ama… Bir hikayemin olabilmesi için önce başlamam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Olsun, bu sefer başlangıcı olmadan yazacağım. Başını ben de bilmiyorum. Sonunu zaten kimse bilmiyor. En son ne zaman başladığımı hatırlamıyorum. En son ne zaman sona erdirdiğimi de. Ben yaşamıyorum, öylece geçip gidiyorum… Hep gidiyorum. Ama varamıyorum. Geçip gittiğimi görenler yaşadığımı düşünüyorlar belki. Bilmiyorlar ki; bir hikayem yok. Edinmeye çalıştığım yarım hikayelerle yüreğim yamanmıyor… Rüzgarı kendime ad olarak bellediğim gün, ben bile farkında değildim kuytularıma sığınmış aidiyetsizlik hissinin.

Gün’aydın mı?

Uykuyla uyanıklığın birbirine sarmaş dolaş olduğu ve aralamaya çalıştığı gözlerindeki bulutların arasından baş ucundaki saatini görmeye çalıştı; saat 11’e geliyordu… Uyanmak için göreceli olarak geç bir vakitti lakin yine de uykunun eteğine sığınmak istiyordu. Perdenin arasından odasını aydınlatmaya çalışan güneş, onu uyandırmak için fazlasıyla cılız kalmıştı. Gözlerindeki bulutlar mı gökyüzünündü, gökyüzündeki bulutlar mı gözlerine dolmuştu bilmiyordu. Ne zaman uyansa bir soruyla bütün ümitleri infilak ediyordu: “Bu güneş, hangimizin yüreğinde açılan karanlığı aydınlatabilir ki? Ya da bu uzun geceler hangi sahtekarlığı hangi yalanı hangi haksızlığı hangi acıyı saklayabilecek kudrette ki?” Uyandığı an içinde ayaklanan uyuma isteği de bundandı işte… Kalbine saplanan ümit şarapnelleri… Lakin gözleri açıldı mı bir kez, bir daha öylece atılamıyordu uykunun derinliklerine. Yitirdiği huzuru bulmak istercesine dönüp durdukça…

(Kırık) Tebessüm

...

“Karanlık gecenin sessizliğinde acı bir haykırış oldu telefon sesi, irkilerek uyandık. Kulaklarımızın duyduğunun kabus olmasını diledik, inanamadık. Karanlık gece hiç bitmedi o gün, güneş doğmadı, yollar bitmedi, zaman geçmedi. Yaşarken görüşememenin hasreti, bir daha görüşemeyecek olmanın hasretiyle katmerlendi. Daha çok görüşmüş olmanın keşkeleri sıralandı peşi sıra… En son ne zaman gördüğümü hatırlamaya çalıştım. Haklı sitemlerini hatırladım sonra. Kalbim kavruldu acıdan. Canım amcam benim… İstanbul’a geldin, ziyaret etmek istedin, “Kadıköydeyim, işin yakın mı?” dedin; İstanbul’da değildim, gorüşemedik, “Görüşmek üzere” dedik… Kısmet olmadı… Pırpırının, kelebeğinin; seni ne kadar çok sevdiğini biliyor muydun acaba? Gösterebilmiş miydim seni ne kadar çok sevdiğimi? Sen benim içimin bir kuytusunda büyümek bilmeyen çocukluğumdun. Ve pır pır hayata gözlerini yummuştu… Yollar uzadı, memleket hasretiyle iple çekilen yollar bitmek bilmedi bir türlü bu sefer amcam. Memlekete geldik; tam da işte o vakit, o nurlu yüzünle aydınlandı gecemiz. “Korkmuyorum, O’ndan geldik, O’na gideceğiz” deyişin, o huzurlu gülümseyişinle taçlandı adeta. Mekanın cennet olsun amcam. O kadar iyi bir insandın ki amcam; sevenin, dua edenin o kadar çok ki, yolculayanın da bir o kadar çoktu ki… Biz seni çok ama çok özleyeceğiz. Yeni yılda benim özlemlerime bir özlem daha eklendi. Rabbim seni yanına aldı, sabrını da verecek elbet… Pırpırın seni çok seviyor amcam… Yeni yıla giriyor olmak kutlanacak bir şey olmadı benim için, hep geçen yılın muhasebesine vesile oldu. Ben bu yıl seni kaybettiğimde; sevdiğimle yeterince zaman geçirememiş olmanın pişmanlığını yaşadım. Beni affet amcam… Rabbim bize de senin gibi hayırlı ömür nasip etsin…”

Adını bildi bileli; iki adı daha olmuştu. Kimi zaman “pır pır”, kimi zaman “kelebek”. Sonraları “profesör” eklenmişti belki ama tercihi hep “kelebek” ve “pır pır”dan yana olmuştu. Onun için; kelimeler, sahip olduğu anlamdan öte anlamlar kazanarak gün geçtikçe kıymetlenmiştiler çünkü. Amcasının ona böyle seslenmesinin nedenini, ne biliyordu ne de hatırlıyordu. Lakin amcasının ona pır pır deyişi de kelebek deyişi de kulaklarından silinmiyordu. Sesi hala hayattaymış gibi kulağındaydı. Konuşuyordu onunla… Halbuki amcası bu hayata, rüyaya gözlerini yummuş; gerçeğe gözlerini açmıştı tebessümle. Onlardan ayrılmış, Allah’a kavuşmuştu.

Güneş ne zaman doğacak?

Gözlerine kazınan hayalden kurtulmak için başını öne eğerek gözlerini yumdu. Ardından, kurtulmuş olmanın ürkek umuduyla tereddüt ederek başını yavaşça kaldırdı ve gözlerini uzaklara yönlendirdi. Lakin ürkek umudu hayaline yenik düşmüştü; gözleri baktığını değil aklını zaptetmiş bulunan hayali görüyordu hala… Düşüncelerine hükmetmeye çalışması nafileydi. Yürümeye karar verdi. Her bir adımını, bir öncekinden daha hızlı atıyordu. Halbuki ne yetişeceği bir yer vardı ne de nereye gideceğine karar vermişti. Yorgundu. Darmadağın düşüncelerini, kırık dökük hayallerini toparlamaya uğraşmaktan, öfkesini mütemadiyen kontrol altında tutmaya çalışmaktan yorgundu. Üstelik tüm bu yorgunluğu umudunun her bir zerresine dahi sinmişti. Umudunu diriltmek istercesine bakışlarını gökyüzüne kaydırdı. Güneş, ufku kızıllığıyla boğmuş; gün son demlerini yaşıyordu. Gökyüzü geceye teslim olmaya hazırdı. Güneş batsa da yıldızlar doğuyordu. Ay doğuyordu…

Günler iyiden iyiye kısalmıştı. Sonbahar seneye tekrar gelmek üzere veda etmiş olsa da, yüreği her mevsim sonbaharı yaşıyordu. Yorucu bir gün daha son buluyordu işte. Bir sonrakinin bir öncekinden farkı olmayan günler silsilesi olarak betimlediği hayatı, artık bir sonrakinin bir öncekinden daha kötüye gittiği günler silsilesi olmaya  terfi etmişti. Güneş doğar ve batar. Gün başlar ve biter. Gece başlar ve biter. Yaşama dair ne varsa un ufak olur hayatın karşı konulamaz mekanik çarklarında. Ama işte kimileri için o gece hiç bitmez, karanlık dinmez. Zaten insanın en çok canını yakan ve tahammül etmekte zorlandığı da, dayanılmaz olan da; hiçbir şey olmamış gibi bir de üstüne üstlük her şey yolundaymış gibi devam eden hayat değil midir?

Bukalemun

Gülümsedi ve çayından bir yudum daha aldı. Yalnızlığın hüznünü yutkundu. Çayın sıcaklığı titremelerini dindirmiyordu. Bir an kalabalığın uğultusunu aralayan müzik sesinden de sıyrılarak, sessizliğe bıraktı kendini. İnsan en çok da kalabalıklar içinde yalnız hissediyordu. Yüreği mahşer yeri olmuştu sanki… Ansızın dirilen acıları ve özlemleri devrim yapıyordu yüreğinde; duygularının anarşisinde çaresizce bakakalıyordu kalabalığa hiçbir şey olmamış gibi. İlerleyen zamanı seyre dalan gözleri saatine takılıp kalmıştı. Hareket eden akrep ve yelkovan, sessizliğe mahkum edilmiş sözcüklerinin bağrına saplı iki ok misali, giderek daha “derin”ine saplanıyordu adeta. Aklından türlü türlü düşünceler geçiyor, içindeki kaos çığ misali büyüyordu. İnsan en çok da kalabalıklar içinde yalnız hissediyordu…

Acıların Mabedi: “Öteki”

Katran karası günler zift gibi yapışıp kaldı sanki ufkumuza. Her yeni günü umutla beklediğimiz doğrudur lakin umudumuz yorgun, güneş her gün bizim için doğuyor olsa da güneşimiz karanlığa esir… İnsanlar çalışıyorlar, yiyip-içiyorlar, geziyorlar, eğleniyorlar, seyrediyorlar, dinliyorlar, uyuyorlar; uyanamıyorlar… Olur da bu döngü kapanında ne vakit kederden kavrulacak olsalar karanlığın çöllerinde; duydukları ve gördüklerinden kaçıp sığınacakları huzurlu limanın serabı, onları her dem usulca uyuşturmaya hazır nasılsa. Toplum olarak öyle günlerden geçiyoruz ki , insanlığa tutunmaya çalışırken yorgun ve nasır tutmuş ellerimizle; insanlığın erdemlerini taşımaktan aciz olanlar “Sen de mi brütüs” cümlesinin öznesinin ihtişamına yaraşır biçimde son tekmeyi vuruyor “Otur oturduğun yerde, devir artık yeni nesil insanımsıların ” dediklerinde; ruhumuz bütün acıların mabedi oluveriyor. Mutluluğun yolunda her şeyi mübah gören akla erildiği gün; zulme, haksızlığa sessiz kalındığı gün yitirildi insanlık. Biz “insan” olarak yaşamayı beceremeyen insan(!)ların çağında yaşamak durumunda bırakılmışlarız. Özgürlük prangasına vurulmuş köle, eşitlik ve barış prangasına vurulmuş adaletin gölgesi, demokrasi prangasına vurulmuş ötekiyiz. Bireylerin yaşadığı toplumdan, düşünmenin fazlalık geldiği fotokopi bireylerin oluşturduğu yığına evrilenlerin arasında ötekileştirileniz. İsyanımız; ruhumuza vurulmak istenen prangalara, aklımıza giydirilmeye çalışılan basmakalıp düşünce(sizlik)lere, cehalet zindanına kapatılarak köhneleştirilen zihinlere!

Fareli Köyün Kavalcısı

Bir sonrakinin bir öncekinden farkı olmayan günler silsilesinin sarmalına hapsedilen zaman diliminin “normal”leştirilen günlerinden biri daha akşama kavuşmuştu. İşten çıkmış, otobüs durağına doğru yürüyordu. Zihni özgürlüğüne kavuşmuş, harabeye dönmüş kalbini ve fırtınalar kopan düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu.  Duyguları üzüntünün derinliklerinde boğuluyor, nefessiz kalınca  kaygı ve öfkeye evriliyordu, bir şey diyecek olsa kelimeleri dönüp dolaşıp sessizliğe perçinleniyordu. Uzun süredir hep bir şeyler yazmak/konuşmak istiyordu ama hep “Yorum yapamıyorum artık” cümlesine takılıyordu bütün cümleleri. Ne dese vicdanındaki yangınları anlatamayacak,  ne dese düşüncelerindeki fırtınaları dile getiremeyecekti kelimeler. Tahammülü kalmamış değildi, tahammülü hiç olmamıştı. Ona göre tahammül nasihatleri tez vakitte bırakılmalıydı,  hoşgörü ummanında kendine yer bulamayana tahammüle gerek yoktu. Sağ duyulu olamıyor değildi, sağ duyulu olmuyordu! Gözlerinin içine baka baka yüreğine hançer saplayanlara sağ duyulu davranacak değildi. İç sesi her adımda kalabalığa haykırıyordu: “Sanılmasın ki suskunluk sessizliktir! Ya tahammül ya sefer. Tahammül etmeyeceğime göre…”