İçeriğe geç

Yazar: Alperen Gökçe

YOL

“Babam bir insan kendi talihsizliklerinin toplamıdır derdi.” Yüzümün yanından bir yol geçiyor. Herkes uzaklara baktığımı düşünüyor. Kimse ne gördüğümü sormuyor. Sırtımda yarım ömrün bohçası. Bazen tüy kadar “ağır”, bazen demir kadar “hafif”. Ama temiz. Omuzlarımda düğüm yerlerinin izi var. Neyi kimden kaçırıyorsam. Kimse bunu da merak etmiyor. Yol, yüzümün yanından kıvrılarak geçiyor. Herkes, yola sırtımı döndüğümü düşünüyor. Kimse neyi beklediğimi sormuyor. Bu bohça beni çok tedirgin ediyor. İçindekilere güvenmiyorum, emanet de edemiyorum haliyle. Sırtımda yaşanmışlıkların teri var. Hayatın kaçınılmazlığı nasıl da vuruyor. Yolun neresindeyim bilmiyorum. Boyasız iskarpinlerimle toprağı havaya kaldırarak sırtımı döndüğüm yöne yürüyorum. Islık çalacak nefesim yok.  Ben böyle ayağımı sürüyerek yürümezdim ama çok yorgunum. Ağaç hışırdasa ağlayacak oluyorum. Dudaklarımı kanatmam da bundan. “Yine de..” diyorum. “Yine de…” Getiremiyorum…

Yaşadıklarıma Güvenmiyorum

“…sızlayan sızladı tamam, geceden sabaha dek o kemanecinin de ciğeri yanmasın mı?” “Ama hayat böyle bir şey değil,” derdi hep. Ve bana hiçbir zaman, hayatın ne olduğuna dair hiçbir şey de söylemiyordu. İçinde bulunduğum o aitlikten, hayatı sıyırıp atıyordu her defasında. Yaşanmamış bir hayatla itham ediliyordum bütün bunların sonunda. İthamlardan müteşekkil bir yaşanmamışlıkla anılıyordum Bence tam olarak böyle bir şeydi. İnceldiği yerden koparamamaktı hayat. Başlangıçların bir türlü nihayete ermediği, alınan kararların unutulduğu, verilen yeminlerin bir bir bozulduğu yerdi. Her sayfasına “yeni temiz bir sayfadan başlamalıyım” diyerek büyük harflerle başlık attığımız fakat altını can sıkıntısından karaladığımız bir defterdi hayat. Bildiğini iddia edenlerin sorulara tahammül edemediği, bilmeyenin sormayı gurur meselesi yaptığı, bütün bunların sonunda bilenin her şeyi cevapladığına, bilmeyenin de aslında bildiğine…

Ağaç Gölgesi

*kekeme -son “…dile gelen her şey ölmek bahasına geliyor. Her gelen katledilmiş hakikatin mumyasıdır.” Bütün bu kekemelikler en nihayetinde kırık dökük bir hikâye oldu. Umulur ki döküklükler tez vakitte toparlansın. Kırıklıklar batacak olsa da insandan insana vadedilen; her şeye alışabiliyor olmak hali diri tutacaktır muhakkak. Her şeye rağmen doruklara tırmanabilirdi yine de insan. Aksi oluyor diye kimse kimseyi kınamasın lütfen. Çünkü çıkarken o dik yokuşlarda durdurulmak ve beklerken bacaklarının titremesini istemez kimse. O dik yokuşların, nefesini kesen yerlerinde soluğundan arta kalan boşluklara neyin dolacağını kestirememenin göz korkutuculuğu da cabası. Can acısı hali değil kastım. İnsan neye dönüşeceğini bilemiyor. Canavarlaşacaksam da buna itilmek istemem, canavar olmayı dilemek isterim. Neye dönüşeceğini bilemeyen insan, her ne kadar şerh düşse de başka tahayyüllerdeki halini…

Geriye Alınmış Defter

“Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım…” “Ellerin mektubu gelsin okunsun, eksik olmasın. Ama şu hançeri göğsümden uzak tutun.” derdi. Haklı da…  Cümleleri taşıyamayan birine, “bu” hançer ağır gelir, göğüs kafesini söker. Böyle vakitlerde hep sıtma titremesi hasıl olur. Hiç sektirmez, gelir. Çünkü “sokulmanın” -hele ki hançer olarak sokulmanın- kelime olarak edilgenliğinden midir bilinmez ama o edilgenlik halinin barındırdığı farkında olmama durumu insanı ürkütüyor. Ve böyle şeyler hep gece olur, kimse olmaz, kimsenin sesi çıkmaz. Köpekler bile havlamaz. Sanki gece, bütün mahalleliyi tek tek elleriyle boğup öldürmüş gibi gelir insana. “Bu gece bambaşka bir gece olabilir” diyerek girdiğin böyle bir gecenin sabahında, güneşe dönüp “bak bu benim yüzüm, bunu da aydınlat” diyecek mecalin kalmayabiliyor. Yüzün güneşe hasret çıktığın bir sabahta, güneşini…

Hikâyenin “Büyüklüğü”

*kekeme IX “Acılar da bazen isyan ettirir bazen boyun eğdirir. Biz isyan edenlerin yolundan boyun eğerek yürümeyi seçtik.” Uzandığım demir ranzada, okuduğum kitapların sesini işitirdim. Konuşurlardı, seslenirlerdi. Çelimsiz vücuduma tenezzül etmezlerdi ama ruhumu alır gezdirirlerdi. Camdan gelen ışık, cümlelerin üzerine düşünce, bende yeni bir dünya doğardı. O camdan öyle çıkardım işte. Şimdi o demir ranza beynimin içinde gıcırdıyor. Gezdiğim dünyalar, gözlerimde kan çanağı olmuş. O dünyalarda, o ranzanın durduğu zamanda güzel olan ne vardı bilmiyorum ama içimde hep bir güzelliğe kıyısından köşesinden yetişmişiz hissi var. Yetişmişiz. Yani farkında olmadan yaşandığından dolayı -miş’li geçmiş zamana dönen bir zaman. Yavan bir tat ile karşılaştığımızda kaybettiğimiz o tadın, esasında damağımızda yıllardır asılı duran bir tat olduğunu anladığımız an. En çok da canımızı bu…

Hiç Anlatılmayan Masallar Adına

*kekeme VIII “Sen artık bu şarkıyı duyamazsın. Su boyunca yüzüp gittin çocuğum. Kendi efsaneni de alıp götürdün.” Yürüdüğümüz yol “geniş ve ferahtı.” Bizi bir başka feraha götürecekti. Her şeyin halledilebilir, her kötülüğün düzeltilebilir olduğuna dair inancımız vardı. Yol uzayınca kimimiz müsaade istedi, kimimiz ise “bir şeyleri unuttuğunu” söyledi. “Siz devam edin, ben yetişirim” diyerek döndü. Sonra yolun yokuş olduğu yerlerde, kimimizin hiç bilmediğimiz hastalıkları nüksetti. Kimi de “bunun ardı yokuştur” diyerek hırslandı. Sonra tek diye çıkılan yol, yollar oldu. İçinden çıkılamaz bir hale geldi güzergâhlar. “Sizi, hiçbir şeye tutunmamak ayakta tutacak” dediler, tutunmadık. “Ama böyle de düşersiniz” dediler. İlk can tatlılığı orada geldi. Ama nasıl tatlı. Dizlerimizin kanamasından korktuk. Herkes bir sebebe tutundu. Sonra “her sebep geçerli değildir” dediler. Korku…

“Böyle, kalbimiz ezilmiş, nevmid bir hâlde…”

*kekeme VII “ben sana yanlış bir yerden edilmiş bir büyük yemin gibiydim.” “Başaracağız” yazılı bir duvarın önünden geçirdiler beni. Bütün sorumlulukların yıkılacağı o mahcubiyeti görebilmek için yüzüme baktı kalabalıklar. Hâlbuki ben değil, o yazıyla göğsünden yıkılmayan duvar mahcup olsun. Gözlerinin akındaki tereddüdü dökememiş, kalbindeki korkuyu sökememiş birinin, “başaracağız” yazısından üstüne alacağı ne olabilirdi… Omzumda yarım ömrün yenilgisi varken neyi alabilirdim üstüme. Yenilgi değil de bu kırgınlık yollarımı yokuş ediyor. Dizlerime saplanmış ağrı gibi. Bir bilseler, “kimseye kırgın değilim” derken, herkese öfkemi kusuyorum hâlbuki. Gözlerimi sıkıyorum. Sicim sicim yaş dökülüyor. Karası dökülüyor, akı dökülüyor, boku dökülüyor. Tereddüt orada öyle çakılı duruyor.   “Sen de…” diye yazmış. “Sen de yarım yamalak kal, yıkık bir duvar gibi.” Yıllardır görmediğim o kağıtlar birden nasıl…

Serencam (yahut Kekeme-VI)

“Sen anlamazsın tabii…” Hiç olmak istemediğim yerde, hiç olmak istemediğim biri değilken anlamamıştım, olmak istemediğim o yerin, olmak istemediğim o kişiden beni sakladığını. Kınadıklarımın, bir kader olarak bütün bir yaşamıma saniye saniye giydirildiği bu günlerde, yani “ama”lı, “fakat”lı, tevil üstüne teville yükselen bu kendimi kandırmalı günlerde anlamanın bir önemi kalmış mıydı? Neyi düzeltecektin? Bak, çocukken kulağına okunan şarkı, radyonun cızırtıları arasından kendine yol buldu ve çıktı geldi, geldi de alacağın ne kaldı ondan.    “Bitti” diyordu Serencam sürekli. Bazen kızıyordu da bana. Gerçeği görmemekle suçluyordu beni. Ömrü, kendisine yöneltilen bakışlardan sakınmakla geçen birisi için, hakikaten görmenin ne derece ıstıraplı bir iş olduğunu bilmeden. İlk başta vehim gibi gelmişti bu. Uykularımdan kalma kâbuslardan birer parça zannetmiştim Serencam’ın sesini.  Sonra “vesvesedir” diye…