İçeriğe geç

Yazar: Alperen Gökçe

Evin Halleri

“bir evde yaşayın/ o ev asla çökmeyecek” Gladyatör filminde Sezar; “bana evinden bahset Maximus” dedikten sonra “toprak karımın saçları gibi kapkara” diye başlar Maximus ve uzun uzun anlatır. Ardından Sezar “uğrunda savaşmaya değer bir yuvan varmış” deyip Roma’nın koruyuculuğunu teklif eder. Evin kelime olarak kira ödenen bir barınaktan ziyade yuvaya, yani insanın iyisiyle kötüsüyle yetiştiği tüten bir ocak anlamına bürünmesi memetik bir aktarım mıdır bilinmez ama pek çok kültürde coşkusuyla veya travmasıyla aynı şeyi çağrıştırır. Bunun yanında dört duvardan çok fazlasıdır ev. Zira Maximus’un da evini tarife, toprağın rengi ve karısının saçlarının özdeşliğiyle başlaması ve bunun savaşmaya değer görülmesi boşuna değildir. Ev bazen de insanın kendisi olur. İnsan, içinden çıktığı evi, iyi ya da kötü anılarıyla, çatılan kaşlarıyla, örülen saçlarıyla, kapanılan odalarıyla,…

Kırık Dökük yahut SIR-II

“Karşılığını bulamadığım bütün sözleri söyleyenlerin hepsi ölmeden rahat edemem, anlıyor musunuz? Yoksa, bütün bu acıları ömrüm boyunca içimde taşırım.” Belimdeki silahı size doğrultmayacağım. Fakat sizin silahınızın önünden de göğsümü çekmeyeceğim. Sakın vazgeçmeyin ya da benden şüphe duymayın. Ölmekten yana bir çekincem yok. Rahat olun; göğsüm zırhsızdır. Tedirginliklerini yok etmiş, tereddütsüz bir insanım. Dişlerimi sıkmayı ismimden önce öğrendim. Başımın ağrısı da ondan. Gelgelelim dizlerimdeki sızı hareketsiz bir memur oluşumdan değil. Yolları yokuş edişimden. Sakın silahınızı indireyim demeyin, işte göğsüm namlunun ucunda. Onun delik deşik olacak olması beni üzecektir. Zira içinde kendimden gayrısına dert olacak hiçbir şey tutmadım. Başkalarına sorsan, kendime de dert edecek bir şey yok. Herkes göğsümden razı olacaktır. Beni dizlerimin sızısının geçecek olması rahatlatır. Otopside çıkar mı bilmem ama…

SIR-I

“Senin bana bir sır vermeni beklemiyorum, benim sırrımı dinlemeni istiyorum senden. Zira bu kadar temiz ve güvenli bir gemiyi bulmak kimi sevindirmez ki” “Gözüm arkada kalmayacak” dedi adam. Sayısız kez söylenilen ve işitilen bu cümlenin anlamı ve ağırlığı üzerine çok düşünmemiştim. İnsanın, gölgesinden gayrısını götüremeyeceğine olan inancımdan mütevellit gözünün arkada kalıp kalmamasına kıymet vermemiş de olabilirim. Herhangi bir zorlukta kendisine vakitsiz ölüm dilemeye meyyal insanın gözü arkada kalmalı aslında. Kalmalı ki ardını ve arkasını düşünmeli. İnsanın gözü, ancak cinnet getirmeden arkada kalmaz. Bu sebeple hayatın, başka bir hayata yahut hayatlara ulanarak yaşanılabilir olduğunu düşünüyorum. Ulanmanın, bulanmaya tevil edilmediği bir zeminden bahsediyorum. Yani insanın kendisi ve başkası yahut başkalarıyla beraber kendisi olduğu bir yaşanmışlık. Birbirinin yanında ama birbirine hiç karışmadan akan…

YOL

“Babam bir insan kendi talihsizliklerinin toplamıdır derdi.” Yüzümün yanından bir yol geçiyor. Herkes uzaklara baktığımı düşünüyor. Kimse ne gördüğümü sormuyor. Sırtımda yarım ömrün bohçası. Bazen tüy kadar “ağır”, bazen demir kadar “hafif”. Ama temiz. Omuzlarımda düğüm yerlerinin izi var. Neyi kimden kaçırıyorsam. Kimse bunu da merak etmiyor. Yol, yüzümün yanından kıvrılarak geçiyor. Herkes, yola sırtımı döndüğümü düşünüyor. Kimse neyi beklediğimi sormuyor. Bu bohça beni çok tedirgin ediyor. İçindekilere güvenmiyorum, emanet de edemiyorum haliyle. Sırtımda yaşanmışlıkların teri var. Hayatın kaçınılmazlığı nasıl da vuruyor. Yolun neresindeyim bilmiyorum. Boyasız iskarpinlerimle toprağı havaya kaldırarak sırtımı döndüğüm yöne yürüyorum. Islık çalacak nefesim yok.  Ben böyle ayağımı sürüyerek yürümezdim ama çok yorgunum. Ağaç hışırdasa ağlayacak oluyorum. Dudaklarımı kanatmam da bundan. “Yine de..” diyorum. “Yine de…” Getiremiyorum…

Yaşadıklarıma Güvenmiyorum

“…sızlayan sızladı tamam, geceden sabaha dek o kemanecinin de ciğeri yanmasın mı?” “Ama hayat böyle bir şey değil,” derdi hep. Ve bana hiçbir zaman, hayatın ne olduğuna dair hiçbir şey de söylemiyordu. İçinde bulunduğum o aitlikten, hayatı sıyırıp atıyordu her defasında. Yaşanmamış bir hayatla itham ediliyordum bütün bunların sonunda. İthamlardan müteşekkil bir yaşanmamışlıkla anılıyordum Bence tam olarak böyle bir şeydi. İnceldiği yerden koparamamaktı hayat. Başlangıçların bir türlü nihayete ermediği, alınan kararların unutulduğu, verilen yeminlerin bir bir bozulduğu yerdi. Her sayfasına “yeni temiz bir sayfadan başlamalıyım” diyerek büyük harflerle başlık attığımız fakat altını can sıkıntısından karaladığımız bir defterdi hayat. Bildiğini iddia edenlerin sorulara tahammül edemediği, bilmeyenin sormayı gurur meselesi yaptığı, bütün bunların sonunda bilenin her şeyi cevapladığına, bilmeyenin de aslında bildiğine…

Ağaç Gölgesi

*kekeme -son “…dile gelen her şey ölmek bahasına geliyor. Her gelen katledilmiş hakikatin mumyasıdır.” Bütün bu kekemelikler en nihayetinde kırık dökük bir hikâye oldu. Umulur ki döküklükler tez vakitte toparlansın. Kırıklıklar batacak olsa da insandan insana vadedilen; her şeye alışabiliyor olmak hali diri tutacaktır muhakkak. Her şeye rağmen doruklara tırmanabilirdi yine de insan. Aksi oluyor diye kimse kimseyi kınamasın lütfen. Çünkü çıkarken o dik yokuşlarda durdurulmak ve beklerken bacaklarının titremesini istemez kimse. O dik yokuşların, nefesini kesen yerlerinde soluğundan arta kalan boşluklara neyin dolacağını kestirememenin göz korkutuculuğu da cabası. Can acısı hali değil kastım. İnsan neye dönüşeceğini bilemiyor. Canavarlaşacaksam da buna itilmek istemem, canavar olmayı dilemek isterim. Neye dönüşeceğini bilemeyen insan, her ne kadar şerh düşse de başka tahayyüllerdeki halini…

Geriye Alınmış Defter

“Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım…” “Ellerin mektubu gelsin okunsun, eksik olmasın. Ama şu hançeri göğsümden uzak tutun.” derdi. Haklı da…  Cümleleri taşıyamayan birine, “bu” hançer ağır gelir, göğüs kafesini söker. Böyle vakitlerde hep sıtma titremesi hasıl olur. Hiç sektirmez, gelir. Çünkü “sokulmanın” -hele ki hançer olarak sokulmanın- kelime olarak edilgenliğinden midir bilinmez ama o edilgenlik halinin barındırdığı farkında olmama durumu insanı ürkütüyor. Ve böyle şeyler hep gece olur, kimse olmaz, kimsenin sesi çıkmaz. Köpekler bile havlamaz. Sanki gece, bütün mahalleliyi tek tek elleriyle boğup öldürmüş gibi gelir insana. “Bu gece bambaşka bir gece olabilir” diyerek girdiğin böyle bir gecenin sabahında, güneşe dönüp “bak bu benim yüzüm, bunu da aydınlat” diyecek mecalin kalmayabiliyor. Yüzün güneşe hasret çıktığın bir sabahta, güneşini…

Hikâyenin “Büyüklüğü”

*kekeme IX “Acılar da bazen isyan ettirir bazen boyun eğdirir. Biz isyan edenlerin yolundan boyun eğerek yürümeyi seçtik.” Uzandığım demir ranzada, okuduğum kitapların sesini işitirdim. Konuşurlardı, seslenirlerdi. Çelimsiz vücuduma tenezzül etmezlerdi ama ruhumu alır gezdirirlerdi. Camdan gelen ışık, cümlelerin üzerine düşünce, bende yeni bir dünya doğardı. O camdan öyle çıkardım işte. Şimdi o demir ranza beynimin içinde gıcırdıyor. Gezdiğim dünyalar, gözlerimde kan çanağı olmuş. O dünyalarda, o ranzanın durduğu zamanda güzel olan ne vardı bilmiyorum ama içimde hep bir güzelliğe kıyısından köşesinden yetişmişiz hissi var. Yetişmişiz. Yani farkında olmadan yaşandığından dolayı -miş’li geçmiş zamana dönen bir zaman. Yavan bir tat ile karşılaştığımızda kaybettiğimiz o tadın, esasında damağımızda yıllardır asılı duran bir tat olduğunu anladığımız an. En çok da canımızı bu…