İçeriğe geç

Tılsım – Rüzgar; Gelmeyenin Hikayesi…

Rüzgar
Gelmeyenin Hikayesi
“Sanki köşe kapmaca oynayan çocuklardık. Ve onun gözümün içine baka baka içimde kaptığı her köşe; duygularımı bir bir namlunun ucuna sürse de, bir çocuğun eline silah yakışmazdı. Bir çocuğun gözbebeklerinden süzülen yaşlarla öfke tohumlarını sulamak da yakışmazdı. Elimden düşürdüğüm silahtı. Yüreğime düşen O. Köşe kapmaca oynamak benim için fazlasıyla karmaşıktı artık…”

 

Saatin bir önemi yoktu, günün de… Dünün de önemi yoktu, yarının da… Anın önemi vardı; o da bir umursamazlık suikastine kurban gitmişti. Susmuştu ve dileyebileceği en güzel dilekleri ağıt olarak yakmıştı artlarından. Birilerinin “Bu bir şaka. Hadi ama gülsene!” demesini ya da “Hepsi bir rüyaydı, geçti gitti.” demesini beklemiş ama ne yüzünde kocaman bir gülümsemeyle olanların şaka olduğunu söyleyen olmuş ne de bir rüyadan uyanmıştı… Bitmek bilmeyen bir kabusu yaşıyordu… Suskunluğa düğümlenen kelimelerin sessizliğini usulca bozan yağmur taneleri, bu sessiz ağıda ses vererek teselli edercesine ruha dokunuyordu… Aylardan Eylül ve yine gri bir sabah… Bulutların döktüğü gözyaşları ıslatıyordu sokakları ve kalabalık yalnızlıkları. Üşüyen ellerini avuçlarında sıkı sıkıya tuttuğu kupadaki çayın sıcaklığıyla ısıtmaya çalışıyordu. Elimdeki bir kahve olmalıydı diye düşündü… Hatırı ol(a)mayan bir kahve….

Yağmurun cama her bir dokunuşu geride kalan ilkbaharın o çok sevdiği hayalinin kırık parçalarından ibaretti. Damlalar camdan süzülürken sanki tüm renkleri yanında götürüyordu ve tüm renkler grileşiyordu. Sanki yıldızların küskün kaldığı gecenin zifiri siyahı; ardından griyi miras bırakmıştı. Sanki doğan güneşin ışığı, hep o gri bulutların ardında kalacaktı… Buğulanan cam mıydı gözleri miydi bilemedi… Penceresini açtı; buram buram hüzün kokuyordu gri gökyüzünden odaya dolan rüzgar. Odasının penceresine pusu kuran yalnızlık; hayal kırıklıklarının damlalarıyla filiz vermiş hatta çiçek açmıştı pervazdaki saksıda… Sevginin ya da anlık mutlulukların nedenini bulamazken; nefrete amade onlarca neden, bir alay asker misali karşısında beliriyordu… Korkuyordu sorularından: kendinden…Yalnızlık, yarım kalan kırık dökük hayaller… Lanetlenmiş umutlar… Paramparça olmuştu neyi varsa… Düşleri, kalbi en önemlisi de umutları… Umutlarının enkazı altında ezilip kalıyordu her seferinde. Gelmeyenin yokluğunun o sert rüzgarı yüreğinin kıyısına pişmanlıklarını vururdu dalgalarla, o ise hala “umut” serperdi yüreğine onun ellerinden yeni bir ölüm için. Her cümlenin sonu bir şekilde ona gelirdi; ya da her sohbetin konusu bir anda o oluverirdi. Gözleri dalardı uzaklara… Bir dost eli dokunurdu omzuna; gözleri onunla dolardı. Gözyaşına susardı ama gözleri dolu dolu ve suskun kalırdı öylece… Onun yokluğuyla umutları nefessiz kalırdı. Boğulurdu… Yoktu işte yoktu… Bir an maziden sıyrılarak şu anı düşünmeye çalıştı. Hislerini yokladı; hislerinde ona dair bir iz kalmamıştı geriye… Şimdi onun yerinde; onun umursamadığı yaraların kanlarıyla sulanmış telafisi olmayan kırgınlıklar vardı… Yarım kalan cümleleri geldi hatırına… Sessizliği bozmak için radyoyu açtı ve kitaplığından defterini alıp son yazdığı sayfalardan birini açıp okumaya başladı:

Senin fırtınan nerelere sürükledi beni bir bilsen… Nedendir bilmiyorum ama hep olmayacak kıyıların kenarında buldum kendimi fırtınalar sonrasında. Yaralarımı saramadım bir türlü. Hatta savunmasız yakalandım… Şimdi geçmişin tozlu sayfalarının arasında kendine yer edinen anıların küllerinin is kokusunu dolduruyorum ciğerlerime sigara misali… Yaktığım umutlarım, kül olan geçmişim… Geri gelmeyecek olan geçmiş… Üşüyorum ve biliyorum ateş söneli çok oldu. Bir zamanlar ateşi körükleyen rüzgar, şimdi içimdeki külleri savuruyor benliğimin en kuytu köşelerine. Umutlarımın üstüne is kokusu siniyor.

Kendinin değil de onun sevebileceği şeyleri bilmek ne kadar da çok acıtıyormuş meğer… Benim sevgilerim bana hep yalnızlığı kuma getirdi; alışkınım buna. Ama yalnızlığım kimsesizlik olmamıştı ki hiçbir zaman. Ta ki… Ta ki ayrılığın ellerinden tutana kadar… O gün unutulmaya mahkum edilmiş günlerin şerefine ayrılığın gözyaşlarını doldurdum kadehime; içtim. Ama bir türlü bitmek bilmedi şişe… Yaktı; yandım, kavruldum… Ne menem şeymiş meğer bu ayrılık… Gözyaşlarını içtim de kendimden geçemedim, on(lar)dan geçemedim… Ve başka bir gün; artık içmediğimi farkettim. Susuzluğumu gideremediğimi. Ve gideremeyeceğimi de… İçen ben değildim, gözyaşlarını döken ayrılık değildi. Gözleri ansızın dolan ben, içen oydu artık. Kanlı gözyaşlarımı içiyordu şarap misali; tadına varıyordu acının, ayrılık! Sarhoş oluyor, elleri ayakları birbirine dolanıyordu. Beklediğim üzere sarmaş dolaş oldu fazla zaman geçmeden; yapıştı ellerime… Ve ben de tuttum! Bana uzatılan eli bir kez olsun çevirmeyi beceremezdim… Ama elimi ne zaman uzatacak olsam; boşlukta kolayca süzülürdü. Belki de bundan ileri geliyordu uzanan eli boş bırakamamam… Ve şimdi… Şimdi bırakmıyor bir türlü elimi ayrılık… Bırakmıyor işte…

Kayan yıldızlarla gecenin karanlığına gömülüyorum. Üstüme bomboş gökyüzünü örtüyorum. Gökyüzüm bile ıssız…Yine de dinmek bilmeyen üşümelerimden gecenin koynuna sığınıyorum. Aslına bakarsan sadece yıldızlar kaymıyor bu gece gökyüzünden sen de kayıyorsun. Yüreğimden düşlere; düşlerden düşüşlere… Belki de hiç varolamayacak bir öykünün karakterleriydik en başından. Bu yüzdendi başlamadan bitişimiz ve derin anlamlı suskunluklarımızı anlamsız sohbetlere kurban edişimiz…”

Nasıl başlamıştı aslında bu hiç varolamayacak hikaye? İçi kıpır kıpır olurdu. Önceleri onun adından bahsederken yüzünde kocaman bir gülümse olurdu; aynalara düşman değildi; gözlerinin içi gülerdi o zamanlar. Seviyordu… Başlamadan biteceğini bile bile, beklediği günün gelmeyeceğini bile bile seviyordu. Sevebiliyordu! İmkansızı bile sevebiliyordu! Bu yüzdendi vazgeçemeyişleri, bir yaprak tanesine asılı kalmış titrek bir çiğ tanesi gibi dinmek bilmeyen titreyişleri… Ama sonra… Sonra bakışlarından haykıran hüznü durduramaz oldu. Kalbinin izbe sokaklarındaki arayışları tükenmedi bir türlü! Seviyordu ve biliyordu, daha fazla yaprağa tutunamazdı. Onu arıyordu her yüzde ama ne kendisine armağan bıraktığı o uçurum bakışlar onundu; ne de baktıkları “o”ydu. Uçurumdan “düş”tü. “Düş”(görmüş)tü. Kaybettiklerinin, vazgeçtiklerinin hüznü sinmişti gözlerine. Gözyaşları yıkayamadı o hüznü bir türlü… Hüznü gözyaşlarıyla yıkanıp gider diye beklerken hem göz pınarları kurudu hem de hüznü gözyaşlarıyla yüreğine kök saldı. Ürkekti bir o kadar da güçlü. İnanmak istiyordu ama bir o kadar da umutsuzdu… Bilirdi ama görmek istemezdi ki her seferinde açılan kucağın sırtında bir hançer gizlendiğini ve sarıldığında o hançerin sırtına saplanacağını… Her seferinde sarıldı… Üstelik bile bile… Acıyı katmerlendiren sevginin ta kendisiydi. Öfkesini nefretine perçinleyen sevginin ta kendisiydi. Onu kendisinden eden sevginin ta kendisiydi. Bir türlü kendisine gösteremediği sevgi…

“Bitti(m)…” Gelmeyenin yokluğunda kim bilir bu ses içinde kaç defa yankılandı; boş odada yankılanan ses misali… Her yankı biraz daha vurdu yüzüne terkedilmişliğini, umursanmadığını… Ve bir gün… Bir gün ok yaydan çıktı… Üstelik onca yaşanılandan sonra kendini önüne siper edecek kadar güçlü de değildi. Oysa gelmeyen, onun hep güçlü olduğunu, güçlü kalacağını düşünürdü. Belki de hep bu yüzdendi umursanmayışı…Yaralarına dokunamayacak kadar zayıf düşünce de en sonunda gitmişti… Günler geçti… Zaten giderken yanına alabileceği bir şey de yoktu… Unutmak için ne çabalaması gerekliydi ne de zaman… Hayatına bir anda girmişti; sonra parça parça koparmıştı onu ondan… Şimdi baktığında sanki hayatında hiç varolmamış gibiydi. Bir sanı, sanrı… Hayal edemeyeceği bir şekilde ona karşı tükenmişti… Biliyordu; hiç gelmeyecekti… Hiç varolamayacak hikaye işte bu şekilde bitmişti… Düşüncelerinin sonuna geldiğinde dinlediği şarkı da bitmişti;

“Al dedim vur demedim ki…”

“Bitti(m)…” dedi düşüncelerini noktalamaya çalışırken ve başlayan yeni şarkı yarım kalan cümlesini tamamladı onun yerine…

“Seni ararken kendimi kaybetmekten yoruldum,
Bulduğumu zannettiğimde kendimden ayrı düştüm…
Söylenecek söz yok; Gidiyorum ben… Hoşça Kal…”

Gözleri doluyor ama ağlamıyordu. Belki de ağlayamıyordu. Uzun süredir bitiremediği kitabını aldı eline ve okumaya çalıştı. Gözleri aynı kelimeye takılıp kalmıştı. “Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım… Rüzgarın sesiyle irkildi, sonra camı döven yağmur tanelerinin sesinin giderek şiddetlendiğini farketti. Kitabı bırakıp, balkona çıkmaya karar verdi. Bir süre uzaklara ve rüzgarın önünde sürüklenen bulutlara baktıktan sonra; kalbindeki burukluğu bastırmak istercesine dizlerini kendine çekerek yere oturdu. Ürperdi, üşüyordu; yine de yağmuru, yağmurla ıslanan sokağı seyretmeye karar verdi. Radyonun sesi hala duyulabiliyordu, çalan müziğin sözleri çalındı kulağına, “Bazen hiç başlamaması bir gün bitmesinden iyidir… Aslında dostluklar da kardan adam gibidir.” Kalbi sanki zoraki atıyordu. Acının fizyolojik tepkileri vücudunu sarmalamış durumdaydı. Elleri terliyor, ama sanki aynı zamanda buz kesmişlerdi ve titriyorlardı… Sert esen rüzgar, kafasında bir fırtına haline geliyor, düşünceleri ruhunun derinliklerine savruluyordu. Düşünmek karşı koyamadığı bir girdap haline geliyor ve giderek içine daha da fazla çekiliyordu…

“Mutluluğu hatırlayamıyorum artık… Sahi neydi mutluluk eski fotoğraflarda saklanmış bir tebessüm mü? Yoksa unutmak mı, unutabilmek mi? Gitmek mi, kalmak mı, kal diyebilmek mi? Umursamamak mı, bilmemek mi? İstememek mi? Kaybolmak mı, kayıplara karışıp sır olmak mı? Sahi neydi mutluluk… Niye gülerdi insanoğlu? İçimdeki sızı dinmiyor, Kabuk bağlamış olsam da izleri hala ruhumda. Görünmez parmaklıklar var sanki üzerime kilitlenmiş kalmış… Haklı olduğum noktalarda başkasının yaptıkları bana yüklendi… Ardından her şey bir domino taşı gibi yıkıldı hayatımda. Ama her şey… Ellerim kayganlaştı sanki gözyaşlarımla yosun tutmuştu… Kimisini tutamadım, kimisi zaten gitti… Kimisini tutmadım! Kimsesiz kaldım işte… Ve değmiyormuş… En çok da bu acıttı. Oysa değdiğine, değeceğine inancımı korumayı isterdim hep. Ve hala daha istiyorum… Biz insanlar ya da insanımsılar mı demeliyim? Her neyse… Nasıl bir yerde yaşıyoruz? Neden insanları seyrederken kendimi bu kadar yabancı hissediyorum. Bu şiddet ve bu cehalet. Ve bu sevgisizlik… Kısacası bu dünya… Giderek daha da katlanılmaz bir hal alıyor benim için. Düşünmek karşı koyamadığım bir girdap, düşünmek ruhumda sonu gelmeyen depremler… Düşünce depremlerimle erdemlere karşı yıkılan inancım; ruhumda tükenmeyen artçı sarsıntıları tetikliyor durmadan. Kimsesizliğin sahilinde karanlığa adımlar atıyorum… Anlamı kalmadı hiçbir şeyin. Geri dönüş yok. İnsanlar çok savurgan… Sevgileri, umutları, hayalleri umarsızca karanlığın bataklığına savuruyorlar; düşünmeden harcıyorlar. Ve artık belki de ben de en az onlar kadar savurganım karamsarlığın pençesinde… İçimde yatıştıramadığım bir öfke. Nefretim giderek derinleşiyor. İşin kötü tarafı artık maskelerim de var… Yalandan gülümseyen yalandan mutlu olan… Aldanmışlıklarımın nefretiyle avucumdan kayıp gidiyor tüm masumluklarım. Bir eşikten geçiyorum. Bilmiyorum doğru mu yapıyorum. Ama sanırım artık geri dönmek için çok geç. Acının eşğini geçiyorum ve geçtikten sonra kapıyı kapatıp önümü döndüğümde hissettiğim tek şey hissizlik… Artık gerçekten kanatmak istiyorum, acıtmak istiyorum. Avazı çıktığı kadar bağırmalı içime hapsolmuş hayalkırıklıkları. Onların da yüreklerine batmalı. Onları da acıtmalı, onları da kanatmalı. Benim hissettiğimi hissetmeliler. Onlara verdiğim değerin yıkıntısı altında nasıl sıkışıp kaldığımı görmeliler; sevgiyi nasıl yıktıklarını da… Nefretimle kavruluyor yüreğimin buz tutmuş izbe köşeleri. İnanamıyorum kendime, tanıyamıyorum kendimi… Çözülüyorum… Damlıyorum. Gözyaşlarm tükendi; şimdikiler timsah gözyaşları… Artık bir “ben” yok. Onlarca ben var. İyi, kötü, çirkin, acımasız, insafsız, vefasız, vurdumduymaz, ağzına geleni sayan, asabi, suskun, geveze, nasıl dilerlerse…”

Ellerini hissetmiyordu soğuktan, kendisini de hissetmiyordu. Elini yüzünü yıkamak için yerinden kalkıp banyoya yürüdü. Banyoya girdiğinde aynada kendisiyle göz göze geldi. Önceden intikam alanları gördüğünde attığı o küçümser bakışlar artık aynada kendi gözbebeklerinde donup kalmıştı. Gözlerindeki kırık hayallerle bileniyordu nefreti. Gözlerinden taşan duygulardan kurtulmak istercesine yüzüne çarptı suyu. Yıkamak istediği yüzü değil de ruhuydu sanki… Odasına dönerek okumaya devam edemediği kitabı eline aldı. Nerede kaldığını bulmaya çalıştı, çok geçmeden gözleri kaldığı yere yeniden odaklandı… Yeniden okumayı denedi ama beyninde dönen düşüncelere dayanamıyordu. “Acaba yazar bu cümleleri kaleme alırken okuyucularından birinin bu denli etkileneceğini tahmin etmiş midir” dedi kendi kendine… Yorgundu. Yeniden yazma isteğiyle kavrulsa da; içinden geldiğince kelimelere dökülemiyordu. Aklı o denli bulanıktı ki; kelimelerini kusmak için debeleniyordu adeta. Sığ(ın)amıyordu kelimelere; boğazında bir yumru misali kalıp taşlaşıyordu anlatamadıkları. Ne yutabiliyordu ne de konuşabilyordu. Bir şeyler okumak istediğinde de durum pek farklı değildi işte. Söylediklerinin gölgesinde büyüyordu söyleyemedikleri. İçinde kalanlar, kalacak olanlar. İpi kaç kere kopmuştu bilmiyordu… Kaç kere düğümle(n)di, kaç kere avucunu kanattı düğümle(n)dikleri; bilmiyordu… İçini dökmek öylesine zorlaşmıştı ki, önceden ruhundan dökülüp giden kelimelerin yerini derin keskin can yakıcı bir suskunluk almıştı… Çocukluktan kalma hayallerle başlamıştı. Hayata inat kurduğu masal bahçesinin hayattan daha acı bir gerçeğe dönüşeceğini nasıl bilebilirdi ki?

“Eksiğim…
Ama fazlalığım…
Varım…
Ama hiçim…”

Yorgundu; hem de halini anlatamayacak kadar yorgun… İsyanı yormuştu belki; belki de umutsuzluğu… Ya da en başından beri peşini bırakmayan yalnızlığı… Çok yorulmuştu… Hem de çok… Zamanın, durdurma tuşu yoktu ki; akıp gidiyordu peşinde onu da sürükleyerek… Akreple yelkovan arasına sıkışıp kalmıştı sanki… Olmayacak bir avuntunun kıyılarına vuran hırçın dalgalar; tüm gücüyle, elinde kalan son umutlarını da söküp atıyordu yüreğinden. Daha fazla dayanamıyordu bu gelgitlere… Umulmadık ve olmadık kıyılara sürüklenen umutları, sevgi kırıntıları katlanılmaz bir hal alıyordu. Giderek büyüyorlardı kırgınlıklarıyla ve engel olamıyordu. Aslında avuntu onun için; yanaşamayacağı bir kıyıydı hep. Sahilinde yürüyemeyeceği, oturup koyu demli bir çay yudumlayamayacağı bir kıyı. Avuntusu olmazdı bazı şeylerin, ve bazı şeylerin de umudunun sonu olmazdı; her ne kadar bitmiş olsa da tükenmezdi. Suskunluk alırdı söylenilmek istenilenlerin yerini. Özlem, sevgi; sonu gelmeyecek olan bir bekleyişle suskunluğa mühürlenirdi. Beklenilen hiç bilmezdi, hissetmezdi bu suskunluğun ardındaki sessiz haykırışı. Gerçi susmasa da duyulmazdı sesi… Kimseden bir şey istememişti. Sadece O gelsin istemişti… Oysa şimdi… Şimdi istekleri gökyüzünde, yağmur yüklü bulutlarda saklı… Gökyüzünün yanaklarından süzülen her damlayla; daha doğmadan sessizliğe gömülmüş umutlarıyla onun hiç fark edemeyeceğini bile bile denizine birikiyordu… Tükenmişliğe birikiyordu, tükeniyordu… Köşe kapmaca oynamaktan da, saklambaç oynamaktan da, körebe oynamaktan da sıkılmıştı… Her defasında kaybetmişti umutlarını. Artık ne kaptırdığı köşeler; ne de etrafında dört dönen umutlarının anısı umurundaydı. İçinden yüze kadar saydı:

“Saklanmayan; önüm arkam sağım solum sobe!
Gözümün bağını açtım… Artık ebe de değilim…
Çünkü sobelendim…
Çünkü tükenmişliğe biriktim…
Çünkü zil çaldı; oyunun sonu geldi!
Umut hadi yorma kendini arayışlarla. Gücün yok ne gerçek olmaya ne de düş olmaya. Hadi uyu; uyu da içimdeki çocuğu kandırabilcek kadar büyüyeyim.”