“Karşılığını bulamadığım bütün sözleri söyleyenlerin hepsi ölmeden rahat edemem, anlıyor musunuz? Yoksa, bütün bu acıları ömrüm boyunca içimde taşırım.”
Belimdeki silahı size doğrultmayacağım. Fakat sizin silahınızın önünden de göğsümü çekmeyeceğim. Sakın vazgeçmeyin ya da benden şüphe duymayın. Ölmekten yana bir çekincem yok. Rahat olun; göğsüm zırhsızdır.
Tedirginliklerini yok etmiş, tereddütsüz bir insanım. Dişlerimi sıkmayı ismimden önce öğrendim. Başımın ağrısı da ondan. Gelgelelim dizlerimdeki sızı hareketsiz bir memur oluşumdan değil. Yolları yokuş edişimden. Sakın silahınızı indireyim demeyin, işte göğsüm namlunun ucunda. Onun delik deşik olacak olması beni üzecektir. Zira içinde kendimden gayrısına dert olacak hiçbir şey tutmadım. Başkalarına sorsan, kendime de dert edecek bir şey yok. Herkes göğsümden razı olacaktır. Beni dizlerimin sızısının geçecek olması rahatlatır.
Otopside çıkar mı bilmem ama görünebilseydi eğer uykusuzluğum ve dizlerimdeki sızı muhakkak tutanak altına alınırdı. Gözümün ferini öyle bomboş yitirdim işte ben. Yani anlayacağınız merminiz bana hiçbir şey yapamaz. Öfkeniz de beni korkutmuyor. Zira kimse bana benden daha kızgın olamaz. Bunun sizin için bir anlamı yok elbet. Ama asıl mesele benim için de bir anlamının olmaması.
Acınası bir şey değil bu. Övülesi bir şey hiç değil. Her şeye şahit olup her şeye alışmaktan. Her şeye şahit olduktan sonra insanın kalbinin parça parça olabilmesi, o insanın, kendisinin namuslu oluşuna, yiğit oluşuna kani olması için yeterli sanırım. Maalesef yeterli.
Buna yapabileceğim ne var bilmiyorum. Bu durumun içine büyüdük hepimiz. Mostar’ın yıkılışını izlerken elimde süt dolu bir bardak, altımda pijama ile sobanın başında uyuklayan bir çocuktum ben. Bağdat bombalanırken akşam ezanından önce eve dönmesi gereken, limonlu saçlarıyla ortaokul talebesiydim. Bir köprüyü yıkılışıyla, bir şehri bombalanışıyla tanımam bundan. Şimdi bu şehri gezdirirken, Güvenpark’ın yanından geçerken de “bak” diyorum, “bak, burada bomba patlamıştı, güvercinler bile uçup da kaçamadılar.” Böyle şahitlikle büyüyünce zamanı ve mekânı dehşetle hatırlamaktan başka bir şey gelmiyor elden. Tetiği çekmekle bana yeni, orijinal bir dehşet bahşetmeyeceksin yani. Şahitliğimi sonlandıracaksın.
Gece vakti Yesrib’in hurmalıklarına gidip kuyuya ağlayanı da anlıyorum. Derdim bana ne arattı, bilmiyorum ki ne bulacağım. Cebimde biriktirdiğim bunca suret ve siret, sırlanmış kalmış. Ben bu nefesi hangi kuyuya dökeyim, onu da bilmiyorum. Hadi durma! Asıl silahına, meydan sahici bir ölü görsün.
Hiç kurşunu kalmamış ve hiç çekilmemiş silah patlar. Göğsü hakikaten zırhsızdır ve delinir. Yaşanıp yaşanmadığı meçhul bir hayata yazılmış ağıt dökülür.
Kırık Dökük
Bu şehrin bütün dönemeçleri tersine.
Menzile attığımız her adım, mesafeyi katlıyor.
Her adımda, bir müntehir,
Çatılardan ayağımıza saplanıyor.
Ölü bedenler, silinmez bir ayak izi.
Bizi bu cesetler ele vermez, biliyorum.
Lakin bizi gözyaşlarımızdan tanırlar.
Ağlamayın! Çünkü bizi gözyaşlarımızdan vururlar.
***
Bu şehrin bütün lambaları patlak.
Her sokakta gölgesizliğimiz bundan.
Bizi bu cehennemden kimse kurtaramaz, biliyorum.
Ama yine de dayanamayıp biz de ummuştuk,
Cenneti dileyen dualara açılmış ellerini uzatan
Bir yârin derin uykusuna uyanmak.
***
Bu şehrin göğü kırık dökük.
Meydanlarda kesik, kalender bir kalabalık
Güneşi bir sigara izmariti gibi söndüren de
En nihayetinde işte bu karanlık,
Gençliğimin en güzel yıllarına giydirdiğim palto,
Şimdi üzerimde omuzlarımı büken ağırlık.
***
Bu şehrin bütün tabelaları silinmiş
Köşebaşlarında sırtlan kesilmiş üç beş değnekçi
Kaldırımlara düşen yağmur damlalarından haraç istiyor
Benim de ellerim göğe açıktı bir vakit.
Utanmadım, ben de umdum.
Kırıldığım yerden, bir yârin uyanmasıyla doğrulayım.
Haydi, uzatma, çek tetiği,
Ne kimse aç kalır, ne de bir gözyaşı silinir.
Sahi, ben ölürsem ne eksilir(?)