İlk gördüğümde, belki de aylardır ilk kez gördüğü sıcak ve temiz yatakta uyuyordu. Çekik gözleri, tombul yanakları ve kavruk teni ile bütün çocuklar kadar sevimli; soluk teni, bitkin bakışları ile hastane kadar soğuktu. Babası başında bekliyor, sorulara cevap veremiyor, başını iki yana sallayıp anlamadığını söylüyordu. Anlayabildiğimiz tek şey babanın gözlerinde ki çaresizlikdi.
Doktorundan hademesine kadar bütün hastane seferber olmuş, el kol hareketleriyle bir şey anlatabilme peşindeydi. Bir tür oyun olmuştu sanki, sessiz sinemanın bütün teknikleri kullanılıyor, gülüşmeler odayı dolduruyordu. Babası da artık olanları gülümsemeyle karşılıyor, başını iki yana sallamayı ihmal etmiyordu. Hademeler kendi aralarında toplanıp, oynamaya başlamışken hemşireler odaya girdi, ilki ‘’dün İngilizce sordum’’ cevap vermedi dedi, öteki ekledi ‘’biliyorsunuz ya benim çocukluğum Almanya’da geçti, Almanca dahi bilmiyorlar’’ diyerek kahkaha attı. Bu oyuna bir tek çekik gözlü çocuk katılmıyordu. Gözleriyle olanları takip ediyordu.
Çekik gözlü çocukla ilk kez ben iletişime geçtim. Muayenesini yaparken morarmış koluna dokunduğumda ‘’ah’’ dedi. İlk ve son konuşabilen ben olmuştum. Acı bütün dillerde aynı anlama geliyordu sanırım…