İçeriğe geç

Yazar: Niyazi Ozel

MAMAN

afgan çocuk

İlk gördüğümde, belki de aylardır ilk kez gördüğü sıcak ve temiz yatakta uyuyordu. Çekik gözleri, tombul yanakları ve kavruk teni ile bütün çocuklar kadar sevimli; soluk teni, bitkin bakışları ile hastane kadar soğuktu. Babası başında bekliyor, sorulara cevap veremiyor, başını iki yana sallayıp anlamadığını söylüyordu. Anlayabildiğimiz tek şey babanın gözlerinde ki çaresizlikdi.

Doktorundan hademesine kadar bütün hastane seferber olmuş, el kol hareketleriyle bir şey anlatabilme peşindeydi. Bir tür oyun olmuştu sanki, sessiz sinemanın bütün teknikleri kullanılıyor, gülüşmeler odayı dolduruyordu. Babası da artık olanları gülümsemeyle karşılıyor, başını iki yana sallamayı ihmal etmiyordu. Hademeler kendi aralarında toplanıp, oynamaya başlamışken hemşireler odaya girdi, ilki ‘’dün İngilizce sordum’’ cevap vermedi dedi, öteki ekledi ‘’biliyorsunuz ya benim çocukluğum Almanya’da geçti, Almanca dahi bilmiyorlar’’ diyerek kahkaha attı. Bu oyuna bir tek çekik gözlü çocuk katılmıyordu. Gözleriyle olanları takip ediyordu.

Çekik gözlü çocukla ilk kez ben iletişime geçtim. Muayenesini yaparken morarmış koluna dokunduğumda ‘’ah’’ dedi. İlk ve son konuşabilen ben olmuştum. Acı bütün dillerde aynı anlama geliyordu sanırım…

Ramazan Ville

Teravih namazı için yola düşülürdü. Yola düşmek dediysem (Ramazanın iple çekilen eğlencelerinin başında gelir çünkü teravih namazı) koşar adım en arka safta, en kuytu köşede yer kapma yarışına koyulmaktı, bu yola düşmek. Hoş kendini bilmez amcalar kızardı ama olsun, biz keyfimizce güler, türlü numaralarla yanımızdakini berideki güldürmeyi başarırdık. Namaz çıkışı, mahallenin delikanlıları kahveden cigarayı ciğerlerine depolamış, taş ve kağıt oyunlarının hepsinde şansını denemiş, en demlisinden çaylarını içmiş, namazdan daha yeni çıkmış havası verdikleri nuraniyetleriyle (ki tüm mahalleli, hangi yaş grubunun, hangi mekana gittiğini, yaşanmışlığın verdiği tecrübeyle bilmesine rağmen) mahallenin yolunu tutarlardı. Kapı önünde öbek öbek toplanmış insanlar, her gün görüşmelerine rağmen tekrardan aynı konuların üstlerinden geçer, Ramazanın uzunluğundan, salatalık ve karpuzun susatmadığından dem vururlardı.

Sahurda masanın baş köşesi kapılır, yarın öğle namazına kadar tutulacak tekne orucu için, tekne iskeleye sıkı sıkıya bağlanırdı. İftar da şikayet ettirecek bütün malzemeler hazırdır, börekler, çörekler yan yana dizilmiş, evin babasının küllüğü itinayla masaya ilk konulmuştur. Baba dar sahur vaktine, çok sigara sığdıracak hesabı, bildiği bütün aritmetik formüllerini kullanarak bulmaya çalışırdı. Anne evin kahrını gene sırtına yüklenmiş, kimin kaç bardak su içtiğini hesap etmeye başlamış, eksik olanları takviyelemeye koyulmuştur. Davulcu sahurun ortasına yetişir, her gece çıkılan pencereden gene davulcuya bakılır. Mani söylüyor mu diye kulak kabartılır, lakin tok bir sesden, ve babanın girin içeri ikazından başka bir şey ilişmez kulaklara. Hummalı çalışma ezan sesinde biter, bu sefer ciddiyetle sabah namazına durulur.

‘’Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın’’

‘’Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın’’

Bu benim neslimin kulaklarında çınlayan, oradan beyninin bütün gıdıklayan slogandır. Fatih olabilmek dürtüsü İstanbul’a Anadolu’dan giden Fatih adaylarının İstanbul manzarasını seyir etmesinden, aşk hayatlarına kadar etkilemiştir. ‘’Ulan İstanbul sen mi büyüksün, yoksa ben mi?’’ (ki her halükarda ben daha büyüğümdür, çünkü ben İstanbul’u fetih etmeye namzet milyonlarca Anadolu delikanlısından biriyim), ‘’kız dediğin İstanbul gibi olmalı fethi zor, Fatihi tek olmalı’’ aforizmasına kadar geniş bir yelpazede kendisine yer bulmaktaydı.

***

Delikanlı İstanbul önlerinde kendini tahayyül ederken, beyaz atına şaha kaldırmış, gemileri Kadıköy-Karaköy hattında yürütür. Biraz mütevazi kişiliğe sahipse belki Ulubatlı Hasan olmaya razı edilebilir. Lan bak oğlum bayrağı ilk diken kişi sensin diyerekten, aklı başında bir mübarek abi tarafından. Fatih namzeti elbette ki Starbucks dolaylarında yaşayan Ceneviz kolonisine dokunulmayacağını da fermanları ile garanti altına almıştır.

Elbette ki bu otuz bin kişilik orduyu ayrı ayrı rüyalarda, hülyalarda olsa bile kurmayı başarmış gençliğin çok büyük sorunları vardır. Otuz bin Fatih namzedi emirler yağdırır, lakin büyük bir hela problemi vardır ortada. Daha Koca Mimar Sinan Ağa doğup yaşamadığından, hayal edilmemişti bu orduda. Bu kadar Fatih’in ve sayısı daha az da olsa Ulubatlı Hasan’ın hela sorunu çözülmeli, yoksa koca ordu enfeksiyondan kırılıp gidecekti. Penisilin icat edilmediğin ve dahi kimsenin de Pasteur olmak istemeyeceği, sağlık dönüşümün gerçekleşmediği de hesaba katılırsa Konstantinopolis’in sağlam surlarından daha büyük sorunla başbaşaydı Türk gençliği.

HİTAPSIZ KONUŞMALAR

296147_638774396152541_1565177312_n
Gök kubbe altında söylenmemiş hiç bir söz yoktur, diyerek rol çaldı. Tartışmanın geri kalanında elini güçlendirmek, kozu kendi seçmek, blöf yapmak, taş çalmak niyetiyle. Gazoz da olsa ortada bir iddia yoktu ama olsun. Olsundu, onu gülümsetmese, tepeden bakmasına izin vermese yeterdi. Gerçi onun böyle bir niyeti yoktu, sadece keyifsiz bir şehirde, kifayetsiz bir çay içme niyetindelerdi pazar sabahında. Tavla isteyeyim dedi, en azından akıl oyunlarına bir son verir, umudu zara bağlar, en kötü ihtimalle yenilir, daha kötü bir ihtimal olan koltuğunun altı yırtılmış lafını bilerek yutarak tavlayı kolu altına alırdı. Ama ihtimallerle kafa yormayı da istemiyordu. İki çay diye bağırdı, kendileri gibi keyifsiz şehirde, bir türlü kifayet yükleyemediği okuldan arda kalan zamanlarda garsonluk yapan çocuğa.
-Eee, o zaman konuşmayalım mı?
-Gök kubbe ne zaman kurulur, ne zaman yıkılır. Her insan doğduğunda kendi gök kubbesinin temeli atılır, öldüğünde gök kubbesi başına yıkılır. Verdiği cevabın ciddiyetine kendi bile şaştı.
-Desene sana yağmur, kar, boran, yok, siz devletlinin yazı bizim hangi mevsimimize isabet ediyor.
-Dört mevsim yaşanıyor bende, hem ben kendi kendine yetebilen yedi insandan biriyim.
-Ağır abiliğinin de nedenini öğrenmiş olduk. Daha keşfedilmemiş zengin uranyum, titanyum gibi ağır metal kaynaklarından olsa gerek, esmerliğin de petrol rezervlerinden.

Uyanıkların Hikayesi…*

*Bu hikaye bizim yıllarca uyutulduğumuzu ve artık uyanmamız gerektiğini söyleyen uyanıklara ithaf olunmuştur.

uyku

Yatakta dönüp duruyor, bir türlü uyku perisi gelmiyordu. Gece boyunca saydığı koyunlar hiç bitmedi. Bildiği, duyduğu bütün yöntemleri denemesine rağmen, birkaç dakikalığına bile uyuyamamıştı. Yatağını yıllardır paylaştığı hanımı seslendi:
-‘’Sende mi uyuyamıyorsun?‘’
-‘’Evet’’ dedi, umutsuzca. Sesininde çaresizliğin ve usanmışlığın bütün tonları vardı. ”Sanırım akşam yemeği çok kaçırdık.”

Bu konuşmanın bir benzeri hane hane tüm kasabada yapılmaktaydı,eş zamanlı olarak. Kimi yemeği fazla yemesine, kimi borçlarına, kimi de karın ağrısına bağladı uykusuzluğunu. Ertesi sabah kasabadaki insanlar, bütün bir geceyi sadece kendilerinin uykusuz geçirmediklerini öğrendi. Lanetti bu durum ya da uğursuz bir hastalığa tutulmuştu bütün bir kasaba.

Biraz Sessizlik/ LE TRİO JOUBRAN

Filistinli üç kardeş Samir, Wissam ve Adnan Joubran. Müziğin dilinin olmadığını, aslında bir dilinin olduğunu fakat unutulduğunu anlatan bir grup. Filistin’deki savaş, kan, gözyaşı ilhamları olabilir mi bilmiyorum, bu onları ve kullandıkları dili sınırlamaktan öteye gitmeyecektir. Tınıları ağlamaklı gözlerle acıyan dizini tutmuş küçük cocuğun hüznünü, salıncakta örgülü saçlarını gökyüzüne savuran kız cocuğunun tasasız gülümseyişini anımsatıyor bana. Kelimenin sınırlandırdığı anlamları, sınırsızlığa taşıyorlar. [pro-player width=’530′ height=’253′ type=’video’]http://www.youtube.com/watch?v=Uz9Cq-7iLrE&NR=1[/pro-player]   Joubran kardeşlerin asıl ilham kaynağı ‘sessizlik’. Wissam, “Dışarıdan o kadar ses geliyor ki; telefon, insanlar, asansördeki müzik… Bu, müziğin diktatörlüğü! Bu diktatörlükten sessizliğe kaçıyoruz. Sessizlik en iyi müziktir.” derken Samir de onu destekliyor: “Sessizliğin içinde bir sürü ses var, onu duymak gerek.” [pro-player width=’530′ height=’253′ type=’video’]http://www.youtube.com/watch?v=EgDucfjDO4c[/pro-player]     [pro-player width=’530′ height=’253′ type=’video’]http://www.youtube.com/watch?v=DbJL7ZSVQ4E[/pro-player]

ZENCİ MİYİM BEN ?

Something The Lord Made yani Tanrı’yı Oynayanlar 2004 yapımı bir ABD filmi. Filmde Dr. Alfred Blalock ( Alan Rickman ) ve asistanı Vivien Thomas ( Mos Def ) arasında geçen bir ilişki anlatılıyor. Esas oğlan Vivien zenci, yetenekli ve hırslı bir doktor adayı. Marangozluk yaparak biriktirdiği para bankayla birlikte batınca esas oğlan Alfred Blalock’un yanında işe başlar. Beraber deneyler yapıp, kan kaybına bağlı şokta (yani kan kaybından ölmekte olan hastaya- eee mesleki birikimimiz var) SF vererek (su gibi bişi) insanların hayatını kurtarırlar. Zenci ile beyazın mükemmel uyumu, nescafe gibi bişi işte, biri diğeri olmadan olmaz. Daha sonra fallot tetrolojisi adı verilen bir kalp hastalığını tedavi ederler, dünyanın ilk kalp ameliyatını yapan ekiptir. Dr. Alfred adlı beyaz bey, ameliyatın bütün başarısını…

Psişik Mevzular 24, ” 980 Ankara’sının Janti Adamları “

[pro-player width=’530′ height=’375′ type=’video’ image=’http://farm1.static.flickr.com/130/374914334_db3fd20a39.jpg’]http://www.youtube.com/watch?v=ECB7xUutwa4[/pro-player] Rakıyı hep çay bardağından yudumladılar. Pala Ragıp ( nam-ı diger Koca Herif ), Kamalak Ali, Pıtırcı Memmed, Ayı Hakkı, Eczacı Mustafa, Albay ( rivayet o ki adını bilen yoktur ), Camgöz Sıtkı, Heyhey Özcan, Kandan Vedat, Habeş Mustafa, Köfte Erdem, Dolma Memmed, Artiz Kemal, Doktor İbrahim ve Komünist Hoca… Bir dönemin şahsiyetini tamamlamak adına hayatlarını kardeşçe paylaştılar ve rakıyı hep çay bardağından yudumladılar. Ankara’da doğdular. İlk kahveye çıkış, saçları geriye doğru ilk tarayış, yeni yeni terlemeye başlayan bıyıkları ile ilk kavga hep Ankara’da, hep hep birlikte oldu. Dağılarak Ankara’nın her bir köşesine Neşetle gönül dağlarını eritip, Bedia Akartürk ile kesik çayırı biçtiler. Ankara’da öldüler. Siyaseti sevmediler ve sandığa gitmediler. Öyle ki; 80 ihtilalini bile sadece…