Gülümsedi ve çayından bir yudum daha aldı. Yalnızlığın hüznünü yutkundu. Çayın sıcaklığı titremelerini dindirmiyordu. Bir an kalabalığın uğultusunu aralayan müzik sesinden de sıyrılarak, sessizliğe bıraktı kendini. İnsan en çok da kalabalıklar içinde yalnız hissediyordu. Yüreği mahşer yeri olmuştu sanki… Ansızın dirilen acıları ve özlemleri devrim yapıyordu yüreğinde; duygularının anarşisinde çaresizce bakakalıyordu kalabalığa hiçbir şey olmamış gibi. İlerleyen zamanı seyre dalan gözleri saatine takılıp kalmıştı. Hareket eden akrep ve yelkovan, sessizliğe mahkum edilmiş sözcüklerinin bağrına saplı iki ok misali, giderek daha “derin”ine saplanıyordu adeta. Aklından türlü türlü düşünceler geçiyor, içindeki kaos çığ misali büyüyordu. İnsan en çok da kalabalıklar içinde yalnız hissediyordu…
“Bu yazıyı, önyargılara esir edilmiş biri olarak; güneşe rağmen ışık almayan karanlık kuytu bir zindanda kaleme alıyorum. Düşüncelerini dile getirmenin yasak olmasa da aykırı kabul edildiği, düşünmenin anormallikle ve muhaliflikle bağdaştırıldığı bir zindandan… Kelepçelerimizden, prangalarımızdan bizi kurtaracak anahtar “Adalet” idi, yitirdik. Adeletle beraber umudumuzu da yitirdik. Lakin farkındalıklarımızla lanetlenmiş idik. Böylesine güzel lanet… Unutmuyorduk. Unutmuyordum. Her geçen gün içten içe sessizliğimle bileniyordum. Belki suskundum ve görünürde konuşmuyordum ama anlatıyordum. İşte; kalabalıklar içinde yalnızlık zindanına mahkumiyetim bundan ileri geliyordu.
“İnsan” olarak unutulanları, geride bırakılanları omuzlayarak zorlu yollarda yürüyen biri olarak yazıyorum. Mütemadiyen yorgun sözcüklerim. Darmadağınık, yarım yamalak, devrik yine de tamamlanmayı sabırla bekleyen… Ümidin yokluğunu aratmamaya çalışan sabır… Ben bu yazıyı olduğum kişi olarak yazıyorum, lakin okurken büründürüldüğüm kimlik okunacak sözcüklerimden… Ben bu yazıyı varoluş biçimi ve hatta varlığı tartışma konularının vazgeçilmez mezesi haline getirilmiş biri olarak yazıyorum. Kimi zaman tehdit olarak görülen, kimi zaman köprüden önce son çıkış bileti olarak… Artık başkalarının yargılarıyla şekil değiştirtilen ve toplum tarafından tarafıma zorla bahşedilmiş bulunan bukalemun kimliğimden sonsuza dek sıyrılmam gerektiğine inanıyorum.
Geleceğimizin ufkuna çöreklenmiş karanlığa dair giderek büyüyen kaygılarım ve korkularım var. Ve bu kaygım tam da kimliklerin ve düşüncelerin tanımlanmasında kullanılan “kod”lar, semboller.
Demokrasi denilen kavram, kendini doğru ya da yanlış her halukarda çoğunluktan yana yontuyorsa; özgürlüklerin yolu ayrıştırılarak yaftalanmaktan geçiyorsa; biz ne demokratiğiz ne de özgürüz. Hem zaten, biri sizi beyaz olarak kodlarken diğeri siyah olarak kodluyorsa; üstelik siz, ne siyah ne de beyaz iseniz; zıtlıkların uçurumunda her gün insafsızca idama cezasına çarptırılan bir mahkum olmaktan öte değildir kaderiniz. Kaderimizi karanlıklarıyla gölgeleyenlerden korkmaktayım. Haklarımızı kendi pencereleri ile çevreleyen ve çerçeveleyen sığlığın her türlüsünden korkuyorum.
Özgürlüklerden asla korkmam. Ama bireylerin toplumu yerle bir eden özgürlüklerinin, anarşiyi ve adaletsizliği; çoğunluğun, toplumun diğer bireylerini yerle bir eden özgürlüklerinin, diktatörlüğü ve adaletsizliği getirdiğini; her iki durumda da sonucun yıkımla sonuçlanacağını hatırlatmak istiyorum. Özgürlüğümüzün tanımlanmasında, bileklerimizden çözülmek istenen prangalar bize ait değildir. Kaldı ki benim özgürlüğümün öyle basit sığ düşüncelerle ifade edilmesinden bile utanç duyarım!
Özgürlüklerin ardında baskıyı görenlerin, esasında karşılaştığı tablo; tanımladıkları özgürlüklerin sığ sularında yüzdürmeye çalıştıkları gemiciklerin karaya oturmasından başka bir şey değil. Baskı olarak nitelendirdikleri olsa olsa sığlaştırdıkları özgürlük kırıntılarıdır.
Toplum, kukla bireylerin sahne aldığı bir tiyatro olmamalı asla. Özgürlükse bahsolunan, ipler bir bir kesilmeli. Fakat, özgürlük namına kesilen ipler olmuş kördüğüm. Üstelik kültürümüz yozlaştırılırken katran karası bir gelecek zift gibi yapıştırılıyor ufkumuza. Ne toplum olabilme yolunda ilerleyebiliyoruz ne de birey olabilme yolunda. Bireylerin düşüncelerine atılan sosyal ağla, bireylerin kimlikleri avlanmak isteniliyor ve nihayetinde ölü/gölge kimlikler oluşturuluyor. Bukalemun kimlikler edindiriliyoruz sonrasında da. Değerleri ayaklar altına alınmış…
Özgürlüğü, demokrasiyi, laikliği dillerine pelesenk etmişlere öfkem büyük. Merak ediyorum, kime ve nelere özgürlük? Kimin için demokrasi istiyorsunuz, hangi amaçlar doğrultusunda yonttuğunuz laikliğ(iniz)e sığınıyorsunuz her defasında? Temiz olduklarını esefle dile getiren kendince “modern”ler; belirli kalıplar üzerinden karşıdakini yobaz, cahil, düşman olarak nitelendirmek kimin haddine idi peki?”
Duraksadı. Nemlenen gözleri kalabalığa daldı… Çayın buğusunda tüten huzurun özlemiyle burnunun direği sızlıyordu… Gün gözlerinde batıyor, bir yudum sıcak çayla ısıtmaya çalışıyordu yine de yüreğini… Kaygılarını, korkularını dindiremiyordu. Bir türlü anlayamıyordu, kalabalıklar içerisinde yitirmek üzere olduğunu hissettiği benliğinin yalnız çığlığından başka bir ses de duymuyordu kalabalıkta. Onunki kuru bir yalnızlık değildi. Yalnızlar(dı). Katmerlenmiş bir yalnızlığın soğukluğuydu yüreğini üşüten…