İçeriğe geç

Fareli Köyün Kavalcısı

Bir sonrakinin bir öncekinden farkı olmayan günler silsilesinin sarmalına hapsedilen zaman diliminin “normal”leştirilen günlerinden biri daha akşama kavuşmuştu. İşten çıkmış, otobüs durağına doğru yürüyordu. Zihni özgürlüğüne kavuşmuş, harabeye dönmüş kalbini ve fırtınalar kopan düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu.  Duyguları üzüntünün derinliklerinde boğuluyor, nefessiz kalınca  kaygı ve öfkeye evriliyordu, bir şey diyecek olsa kelimeleri dönüp dolaşıp sessizliğe perçinleniyordu. Uzun süredir hep bir şeyler yazmak/konuşmak istiyordu ama hep “Yorum yapamıyorum artık” cümlesine takılıyordu bütün cümleleri. Ne dese vicdanındaki yangınları anlatamayacak,  ne dese düşüncelerindeki fırtınaları dile getiremeyecekti kelimeler. Tahammülü kalmamış değildi, tahammülü hiç olmamıştı. Ona göre tahammül nasihatleri tez vakitte bırakılmalıydı,  hoşgörü ummanında kendine yer bulamayana tahammüle gerek yoktu. Sağ duyulu olamıyor değildi, sağ duyulu olmuyordu! Gözlerinin içine baka baka yüreğine hançer saplayanlara sağ duyulu davranacak değildi. İç sesi her adımda kalabalığa haykırıyordu: “Sanılmasın ki suskunluk sessizliktir! Ya tahammül ya sefer. Tahammül etmeyeceğime göre…”

Bulutlu ve yorgun gözlerle; mavinin hükümranlığını yavaşça sona erdiren güneşin kızıllaştırdığı gökyüzüne baktı. İçinden “Ey güneş, bizim için ne zaman doğacaksın?” dedi.  Gözlerinin kamaşmasıyla, ufukta sabitlendi bakışları.  Mütemadiyen yorgundu ve mütemadiyen umutsuz.  Bakışları gibi düşüncelerinin de sabitlenmesini umuyordu lakin; düşüncelerinin, söz dinlemeyen ve parkta oradan oraya koşuşturup ardından da kan ter içinde kalan haylaz çocuklardan farkı yoktu. Oysa öyle yorgundu ki… Üstelik bu kan ter içinde bırakan koşuşturmacanın ardından hasta düşüyordu düşünceleri.  Kronikleşmiş kontrolsüz düşünce buhranları vardı. Mesela; yürümeyi tercih etmediği yolların başkaları tarafından yürünmesi değildi mesele, mesele tercih mekanizmasının ruhuna hükmetmesiydi, hayatın matematiğine karşı istem dışı harekete geçen diyalektiğiydi. Hayat yaşanılır olmalıydı; ölçülüp biçilen adımlarla, üzerine haddinden fazla kafa yorulan hislerin omzuna bindirdiği yüklerle yürünecek bir yol olmamalıydı. Tabi yürünecek yolda kim olduğu, kiminle ya da kimlerle yürüdüğü veya yürüyeceği mühimdi. Yorgundu hem de çok. Zaten bu konu da çok başka bir konuydu, nereden gelmişti ki buraya… Bir durulsaydı düşünceleri… Oysa hasret kaldığı dinginlik, kaf dağının ardındaki anka kuşunun kanat çırpışlarına saklanıyordu, ve hiç gelmeyecekti. Gökyüzü ne kadar berraksa zihni bir o kadar bulanıktı. Bakışlarını ufuktan yakınlara kaydırdı usulca ve nihayetinde buğulu gözlerini bir anlığına kapatarak araba ve vapur seslerine karışan martı seslerine kulak vermeye çabaladı. Gitmeyi diledi. Ama yorgundu. Gözlerini açtığında, gün gözlerinde batıyordu adeta. Omuzlarında usulca esen rüzgarın tesellisini hissetti. Sessiz feryadını duymuştu da sanki rüzgar, dertleşmeye gelmişti.  Çay içse fena olmayacaktı. Etrafına bakındığında; yürüdüğü yolun farkına varamadığını ve durağı geçtiğini gördü. Sahile gitmeyi geçirdi bir an aklından, yorgunluğu ağır basıyordu. Durağa doğru geri yürümeye karar verdi, otobüsü kaçırmadığını umut ederek. Sonrasında bu umudunu yersiz buldu, eve bir sonraki ya da bir önceki otobüsle gitmesi neyi değiştirirdi ki?.. Kendi kendine konuşa konuşa, durduramadığı düşüncelerin yüküyle eğilmiş başı önde, ağır ve yorgun adımlarla durağa doğru yürüdü. Fazla beklemeden de otobüsü geldi. İçinde anlamsız bir sevinç. Arka tarafta cam kenarında bir koltuğa oturmaya karar verdi, göz kapaklarını açık tutmakta giderek daha çok zorlanıyordu. Düşünceleri hala kafasında dönüyordu ama odaklanamıyordu, geceleri düşünce selinde boğulan uykusu, intikamını alıyordu düşüncelerden…

“Kısıklı”

Bilinçaltı her nasılsa bu sesi duyduğunda uyanmasını sağlıyordu, gözlerini hafifçe araladı, evet yanlış duymamıştı “Kısıklı” durağını geçiyordu otobüs. Uyur uyanık vaziyette durağının gelmesini bekledi, yanındakinden müsaade isteyerek otobüsten indi. Biraz sonra anlamsız sevincinin yerini alan buruklukla evinde olacaktı… Düşüncelerini her bir adımıyla ardında bırakma isteğiyle yürüdü. Apartman kapısının önüne geldiğinde kısa bir süre çantasında anahtarını aradı, zile basmanın özlemine anahtarını bulamamanın kızgınlığı karışıyordu. Aslında kızgınlığının nedeni de  özlemden başka bir şeyden değildi. Anahtarı bulamamak bahaneydi. Eve girer girmez her zamanki gibi televizyonu açtı. Akşam haberleri başlıyordu. Kanallar arasında gezindikten sonra, aslında hangi kanalı açtığının bir önemi olmayacağına karar verdi.  Göz kapaklarına direnmeye çalışıyordu hala. Birkaç haber dinlemeye çalıştı. Düşünceleri bir an durdu ve kördüğüm haline geldi. Aklından geçen son kelimeler  “Balık hafıza, dinazorlaşmış söylemler, şuurunu kaybetmiş toplum, güneş doğsun artık… ” oldu, göz kapakları yavaşça kapandı. Ama aslında uyuyan o değildi. Fareli köyün kavalcısına kulak verenlerdi.