İçeriğe geç

Kafes İçin Ağıt

“Alaycı Kuş”lara İthafen…

Perdelerin arasından süzülen güneş odasındaki karanlığı aydınlatmaya çalışıyordu. Bir sonbahar günüydü ve loş odasında puslu bakışları göz kapaklarından kurtulmak istiyordu. Lakin göz kapaklarıyla buna imkan vermiyordu. Sanki gözlerini açacak olsa odasını aydınlatmaya yetmeyen güneş, bir anda gözlerini aydınlığıyla boğacakmış gibi hissediyordu. Ruhu öyle bir karanlığın tesiri altındaydı ki, bırak gözlerini açıp perdeleri aralayıp güneşe bakmayı, odasına süzülen küçük ışık huzmeleri göz kapaklarının ardından bile gözünü alıyordu. Hasta yatağında duvar tarafına dönmesiyle yüzünde hemen duvarın soğukluğunu hissetti. Telefonundan bir mesaj sesi işitti. Okuyup, okumamak arasında gidip gelse de, telefonunun sesini de kapatma düşüncesiyle telefonunu eline aldı. Duvarın soğukluğunu kat be kat aşan bir soğukluk yüreğine çöreklendi: “Ölüm”

“Kaybettik”

Ölümler muhakkak ki bir kayıptı geride kalanlar için. Gidenler için de kimi zaman kayıp, bir ömürdü. “Öldü” diyemeyince “Kaybettik” derdi insanoğlu. Ve bundan sonra em küçük kaybında dahi ölümün soğukluğuyla ürperirdi yüreği. Eğer kaybeden yüreği ise…

Yatağından yorgun haliyle kalktı. Göz pınarlarına dolmuş yaşlar; ne akacak kan damarda durmaz dedi ne de su akar yolunu bulur dedi. Gözbebeklerinde ölümle birlikte öylece donup kaldılar. Ağlamadı, boğazında düğümlenen koca bir yumruya rağmen yutkunmaya çalıştı aynada karşılaştığı gözbebeklerinin karanlığında kaybolurken…

Boş kalan kafes birkaç gün sonra yeni bir kuşun sesiyle ve kanat çırpışlarıyla doldu. Yüreğindeki o boşluk dolmadı. Ama yüreğine sevgi dolu yeni bir oda açıldı. Karanlığa esir.

İnsanoğlu unutuyordu; yaralarının asla kapanmadığını ve kapanmayacağını, sadece bir gün açılmak üzere bekleyen yeni yaralar edindiği unutuyordu. İnsanoğlu acizdi. İyilik insanoğlu için, en azından bu dünya için sürdürülebilir bir yaşam biçimi değildi. Yaşıyordu insanoğlu, dayanamadığı yerde unutuyordu. Daha iyisine inanıyordu, daha iyisi için umut edinmeye çalışıyordu ama insanlığın çemberinden bir türlü geçemiyordu. Ya unutuyordu aynı çemberi dolanıp duruyordu, ya da aldığı her bir yarayla özdeşleşerek geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıyordu. Zaten insanoğlu gerçeklerle tanıştığı gün, çocukluğuyla vedalaşıyor, çocukluğunu içinde çok uzun ve uzak bir yolculuğa uğurluyordu tüm umutlarıyla… Tek bir gerçek vardı, insan hayattayken her gün yaşadığını sanıyordu ama her gün öldüğünün farkında değildi. Üstelik öldüğüyle kalmayan insan, öldürmeyi öğreniyordu. İnsanoğlunun kafesi dünyaydı bilmiyordu. Franz Kafka ne demişti:

“Bir kafes kuş aramaya çıkmış…”

Cümleyi söylediği anda; bir düşünce girdabına kapılıverdi:

“Bizim kafesimizde bir kuş var mı? Biz bir kuşun varlığının hayali miyiz? Yoksa bir hayalin kırıkları mıyız? Biz insanlar aciziz hepsi bu. İnancımızı, sevgimizi, mücadelemizi, hayatımızı, benliğimizi yaşayamayacak kadar aciziz ve acizliklerimizden türeyen rollerin iplerinin ucundaki kuklalardan ötesi değiliz. Herkes kafeste bir düzen kurmanın peşinde. Kimisi ise iyi ve adil bir düzenin düşünün asla gerçek olamayacağının ayrımına varmış, o düşe sığınmış. O düşte insanlar hala sevebiliyor; ölmüyor, yaşıyor; düzen için öldürmüyor, düzen içinde yaşıyor; yaşıyor ve yaşatıyor. Bir kafes için ağıttır bu düş. Ve mutlak gerçeklik aslında bu kafesin dışındadır, unutur insanoğlu, kafesine esir olur, uçmaz… Kimisi kırık, kanatılmış ve kirlenmiş kanatlarıyla merhamet dilenir, af dilenir; kayıp umuduyla bir düşün içinden mutlak gerçekliğe uçabilmenin duasını yaşayarak ölür her gün.”