Gözlerine kazınan hayalden kurtulmak için başını öne eğerek gözlerini yumdu. Ardından, kurtulmuş olmanın ürkek umuduyla tereddüt ederek başını yavaşça kaldırdı ve gözlerini uzaklara yönlendirdi. Lakin ürkek umudu hayaline yenik düşmüştü; gözleri baktığını değil aklını zaptetmiş bulunan hayali görüyordu hala… Düşüncelerine hükmetmeye çalışması nafileydi. Yürümeye karar verdi. Her bir adımını, bir öncekinden daha hızlı atıyordu. Halbuki ne yetişeceği bir yer vardı ne de nereye gideceğine karar vermişti. Yorgundu. Darmadağın düşüncelerini, kırık dökük hayallerini toparlamaya uğraşmaktan, öfkesini mütemadiyen kontrol altında tutmaya çalışmaktan yorgundu. Üstelik tüm bu yorgunluğu umudunun her bir zerresine dahi sinmişti. Umudunu diriltmek istercesine bakışlarını gökyüzüne kaydırdı. Güneş, ufku kızıllığıyla boğmuş; gün son demlerini yaşıyordu. Gökyüzü geceye teslim olmaya hazırdı. Güneş batsa da yıldızlar doğuyordu. Ay doğuyordu…
Günler iyiden iyiye kısalmıştı. Sonbahar seneye tekrar gelmek üzere veda etmiş olsa da, yüreği her mevsim sonbaharı yaşıyordu. Yorucu bir gün daha son buluyordu işte. Bir sonrakinin bir öncekinden farkı olmayan günler silsilesi olarak betimlediği hayatı, artık bir sonrakinin bir öncekinden daha kötüye gittiği günler silsilesi olmaya terfi etmişti. Güneş doğar ve batar. Gün başlar ve biter. Gece başlar ve biter. Yaşama dair ne varsa un ufak olur hayatın karşı konulamaz mekanik çarklarında. Ama işte kimileri için o gece hiç bitmez, karanlık dinmez. Zaten insanın en çok canını yakan ve tahammül etmekte zorlandığı da, dayanılmaz olan da; hiçbir şey olmamış gibi bir de üstüne üstlük her şey yolundaymış gibi devam eden hayat değil midir? Böylece kim bilir ne ömürler tüketilmiştir ve tüketilecektir de. Bir dakika, bir dakika. Neden karşı konulamıyordu? Toplumun dayattıklarını gerçekleştirirken, ıskalanan bir yaşamın hesabı nasıl olur da sorulamazdı ya da sorgulanamazdı? Bir dakikalık duraksama daha. Hangi toplum? Toplum işte! İnsan, toplumsal ve kültürel bir varlık değil miydi? Peki, birey bu toplumun neresindeydi? Düşündü. Bu sefer bir dakikadan fazlasına gereksinim duydu engelleyemediği düşünceleri. Mesele; belki de o mekanik çarkların un ufak ettiklerine, göz yaşı ve alın teri katarak ekmeğini taştan çıkarmak ve yüreğinin ateşiyle pişirmekti! Kim kolay olacağını söylemişti ki! Lakin bu karanlık… Yüreklere dahi sinen karanlık… Karanlıkta el yordamıyla yaşamaya alış(tırıl)anların aydınlığa yüz çevirmiş olmaları… Öfkesini alevlendiriyor, içindeki umarsızlığın fitilini ateşliyor ve nihayetinde boşvermişliğin küllerini savuruyordu yüreğine. İşte, tam da bu ikilemdi onu bu denli yorgun düşüren. Bir yanda böyle gelmiş ve böyle gidecek olana razı gelenlerin tablosu: “Umudu körelten kasvet”; öte yanda aydınlık günlerin hasretiyle çırpınan yüreğin tablosu: “Karanlığa esaret”. Yaşanılmış olan, ondan sadece geçmişini çalmakla kalmıyordu; ona miras bıraktığı küskünlük, kırgınlık ve güvensizliklerle geleceğini de çalıyordu…
Kalbine koca bir kaya misali oturmaya ve kendi tahtını kurmaya hazırlanan karanlık, tüm umutlarını siyaha boyuyordu. Gözleri yanıyor, göğsü sıkışıyor; içindeki o koca kayayı kaldırıp atacak bir umuda tutunamıyordu işte. Yine de; umut edemeyecek kadar yorgun düşmüş olsa da hayat karşısında, bir yerlerde bir umudun var olduğunu, var olabileceğini bilmek istiyordu halbuki… Hala bir yerlerde bir umut var mıydı? Bazen sorular, cevabını bulmak için sorulmazdı. Bir umudun bekleyişi oluverirdi, o belirsizlik. Ve bazen o belirsizlik, insanoğlu için her ne kadar acıdan kaçış gibi görünse de; gerçeklerin ayazında, yüreğini kanata kanata ve inatla filizlendirmeye çalıştığı o umut çiçeğini gözyaşıyla sulamaktan başka bir şey de değildi… Kaldı ki, belirsizliğin dehlizlerinde dolaşırken; ihtimaller denizinde boğulmamak ne mümkündü. Yaşarsan bir kere yaşardın; düşünürsen defalarca yaşar, defalarca hisseder ve defalarca acı çekerdin. Tüm bunların sonunda da; yine de tek bir soruyu kazırdı yüreğin aklına; “Hala bir yerlerde bir umut var mı?”. Gecenin bağrında, etrafını aydınlığa boğan hilâle bakan gözlerine umut doldurmak istedi. Hilâl, gecenin karanlık bağrında gümüşten bir kolye olmuş ışıldıyordu adeta. Şimşekten gözlerini dikiveriyordu gece. Rüzgar ağaçların dallarını okşuyor, yağmur damlaları yapraklardan süzülüyordu.
Anlatılacak olanları bir bir kalbinde sessizliğe mühürlüyor, yüzüne ucu kırık bir gülümseme kondurarak devam etmeye çalışıyordu yaşamaya. Yitirdiği kelimelerinin ardından suskunluğuna perçinlenenler içinde çığ gibi büyürken, usul usul attığı adımları bir bilinmezliğe yol alıyordu. Yüreği, avuçlarında titreyen mum alevini anımsatıyordu… Ve o mum alevi, ne ona hükmetmeye hazırlanan karanlığı aydınlatmaya yetiyordu ne de buz tutan yitik kelimeleri çözmeye… Nihayetinde yüreği eriyip, tükenecekti. Hala bir yerlerde bir umut var mıydı?