İçeriğe geç

Yazar: Niyazi Ozel

Topumuzu Çaldılar

Futbolu severdim aslında, bakmayın soranlara her sene farklı bir takımı tuttuğumu söylediğime; elbette bunun döneklik olduğunu bilecek kadar sokaklarda top koşturmuşluğumuz vardır. Şikeden felan bahsetmiyorum, çok da önemli değil şikenin ayyuka çıkması. Topumuzu çaldıklarından beridir küskünüm futbola. Tanışmamı hatırlamasam da yeni yürümeye başladığımda olmalı. İlk adımımda önüme yuvarlak bir cisim koyup (genelde turuncu olan plastik toptan tutunda, buruşturulmuş kağıda, birbirinin içine geçirilmiş çoraba kadar milletimin irfanındaki yaratıcılık kabiliyeti kadar geniştir bu yuvarlak cismin menşei) hadi oğlum gol yap nidalarıyla amatör futbol hayatına girmişimdir. Çocukluğumun ve gençliğim yegane uğraş alanına aşağı yukarı bu ritüeller eşliğinde girmiştir tüm yaşdaşlarım. İlk futbol maçına babamın omuzlarında gittim. Siyah beyaz atkıyı (Aksaray sporun renkleridir kendileri) büyük bir gururla sarmıştı babam boynuma; erkek evlat sahibi olmanın…

Psişik Mevzular 14, ” Ne Vakit’siz Şiir “

Üzülmek yetmez; rahatsız olmak lazım. Rahatsız olmak da yetmez; ne zaman demek lazım. Ne zaman demenin de yetmediği her yerde, her zaman İttihatçı ruhu diriltmek lazım! Ölmediğimizi kim iddia edebilir? Ve değişebilir her şey ansızın ve bıçakla kesilir kadavralar… Şehirde ki bütün saatler 9′ u gösterdiği zaman… İşte o zaman, dirilir ruhlarımız derinlerden, diplerden… Belki orta halli bi’apartman dairesinden, belki lüksüyle müsemma bi’yalıdan, belki metruk bi’gecekondudan veya yayla evlerinden koşarak geliriz güneşe tık nefes, vazifelendirilmek üzre… Kuşçubaşı çöllere küsmeden, Ve Enver’i ayırmadan hayallerinden Yahut Gazi Paşa’yı Anadolu’ya göndermezden hemen evvel Mesela Kaptan’ı “Kim Kaldı” şiiriyle anlayınca ve sevince… Mesela huzme gibi perde aralarından, Oyuk ve çatlaklardan sızan su gibi mesela; Haber vermeden aynı zamanda rahatsız etmeden Sızar ve dolarız her…

Salih Ambalaj…

Çok işlek olmayan bir caddenin, hiç de işlek olmayan muhitindeydi. Tabelayla, reklamcılık stratejileriyle felan işi olmaz, ehli bilir ve bulurdu. Daracık merdivenlerden çıkılırdı dükkanına, bürosuna, iş yerine artık ne derseniz. Yılların verdiği yorgunlukla kreme çalan sarı kapının üstünde, yeşil harflerle Salih Ambalaj yazardı. Bu ne renk uyumu, bu ne estetiksizlik demeyin, o yazının oraya yazıldığı yıllarda ne geniş renk seçimi vardı, ne de reklam ajansları. En az düğün arabasını süsleten damat heyecanıyla süslenmişti o kapı, çiçekçiden harfler alınır, besmelelerle arkasına japon yapıştırıcısı sürülür (ki o yıllarda Japonlar ve Almanlar vardı teknoloji hayatında, Alman Malı dayanıklı, Japonun ki ise gavur ne yapıyor yav) bütün dinamik, statik hesapları uygulanır ve Ya Nasip denilerek harfler yerleştirlirdi.

İçerde renk renk, çeşit çeşit, tür tür poşetler… Pazar ve bakkal poşetleri ekseri sarı, beyaz ve yeşil olur. Ona yirmi boyutundakiler küçük, otuza elliler orta, kırka yetmişer ise büyük boyut grubundadırlar. Hani mesleğiniz biraz fiyakalıysa gramajı daha ağır, biraz daha albenilisini seçmeliydiniz. Rengi beyaz, içini göstermeyen, üzerinde resim ve iyi günlerde kullanın, yine bekleriz gibi dileklerle süslü üç buçuk gram ağırlığındaki poşetlerdir bunlar. Üzerindeki resim sevimli bir köpekten, güzel bir hanım ablaya, Türkiye’de yollarda rastlayamayacağınız otomobile kadar olabilir, bu yüzden hayal dünyanızı geniş tutun.

Hikaye İçinde Hikaye 5


Çay ocağında tanıdım… Çayın yüreklerde demlenip ince belli bardaklarla içildiği bir sığınıkta… Şehrin rahatsız eden kalabalığından rahatsız, tahta iskemlelerde kurtuluruz ancak. Kedisi, velisi bir de delisi eksik olmazdı buranın. Kışın ayazından, yazın alazına doğru bir ‘merhaba’ baharında; çayın yanına muhabbeti, muhabbetin yanına da sigarayı yoldaş ederken fark ettim onu. Allah’ın selamını verip bir iskemle çekti, oturdu masaya. Tek tanımadığı olduğumdan, bir an bile tereddüt etmeden uzattı elini ‘’Ben Mahmut, Kayseri’liyim, askerliğim dışımda başka yere çıkmışlığım yoktur.’’ dedi bir çırpıda. Hani yiğit nâmiyle anılır ya, daha önce “Şavrole Mahmut”u defalarca dinlemiştim, maceraları Nasrettin Hoca’yı ksıkandıracak, Köroğlu’nu utandıracak cinstendi. “Abi, ben de Ahmet diyebildim.’’ sadece.

Mahmut Ağabey orta boylarda, esmer yüzlü, mütebessim, ortalama Anadolu insanıydı. Vakt-i zamanında pala bıyığı, uzun saçları olduğu da rivayetler arasında… Siyah, parlak gömleği, uzun, sivri iskarpinleri, Sümerbank kotuyla Şavrole’den başkasına binemezdi. Zaten Şavrole’ye de Mahmut Ağabey’den başkası yakışmazdı. Bunu fark eden ehl-i irfan , “Şavrole” nâmını uygun görmüşler Mahmut Ağabey’e…

Anneliğin Kutlu Olsun Anne, Seni Çok Hissediyorum…

Annemi seviyor muyum? Bilmiyorum. Yani kısmen diyeyim. Yani anneme karşı beslediğim duygular daha doğrusu beslemek için hiçbir şey yapmadığım halde doğuştan gelen bir insiyakla annemi içimde hissetmemin, söylem olarak bugün ki karşılığı – Anne, seni çok seviyorum, iyi ki varsın – ise eğer, kısmen doğrudur fakat baya bi eksiktir… Herkesin, herkese kolayca seni çok seviyorum diyebildiği bir dünyada ” Anne seni, çok seviyorum iyi ki varsın. ” deyip olayı çabucak geçiştirmem, annem için hissettiklerime hakaret olur, kutsiyet izafe ettiğim yoğun duygularıma ise hiç yakışmazdı… Ayrıca, ebedi sürekliliğe sahip, menşei henüz anlaşılamayan ve kesinlikle anlaşılamayacak olan bu duyguları tek bir güne indirgeme gafleti ise hem benim, hem annem, hem de kıymet biçilemeyecek cefa dolu o emekleri için çok basite kaçardı… O…

Yol Hikayeleri 3..

Yanlış masallarda büyüdük biz..Başkalarının masallarında, hayallerinde. Düşünmedik bir gün; kıssadaki hisselerin peşinde koştuk hep, ne kadar çok alırsak hisseyi o kadar büyük olacaktı payımız hayattan. Hissemiz kadar dolu yaşayacaktık hayatı. Farketmedik ki o hayat bizim hayatımız olmadı hiç, okyanusun hırçın dalgalarında başkalarının gemilerinde elimize tutuşturdukları haritalarla yol aldık sorgusuzca. La fontaine’nin meşhur masalındaki gibi. Karganın ağzındaki bir dilim peynire göz dikmişti tilki. Kandırıyordu kargayı, şarkı söyletiyordu ve bir dilimcik peyniri alıyordu ağzından. Karga aptal, tilki kurnaz oluyordu. Bizde elimizdeki bir dilim peynire sahip çıkıyorduk sessiz kalarak. Sahiden de böylemiydi? Kurnazlıkmıydı doğru olan, bir parça peynire tamah etmekmiydi akıllılık? Yalansa anlatılanlar, aslolan şarkı söylemekse… Anlamayacaklar bir parça peynir peşinde koşan tilkiler, bizim bed sesimizle söylediğimiz şarkıları. Kıs kıs gülecekler arkamızdan belki,…

Hikaye İçinde Hikaye 4…

Duvarları sıvasız küçük bir oda, beyazla siyahın yer yer dans ettiği pürtüklü duvarlar…

Yirmi yirmibeş metre kare ya var ya yok, duvarın bir yanında tahta sedir, öteki yanında yayı bozulmuş hareket ederken sobanın çıtırtısına eşlik eden somya. Büyük ihtimalle aile yadigarı olan, televizyonu yükseltmeye yarayan konsol odayı tam ortalamış.

Kış gecesi yürekleri ve odayı ısıtmaya yetecek soba…

Anne, baba ve kız, karlı görüntüsüyle nostaljiyi tamamlayan televizyonda son günlerin popüler dizilerinden birini izliyor. Kız televizyondaki dikkatini dağıtmadan ‘’baba, ayakkabım eskidi ,yenisini alalım’’ diyor.

Baba; kızım ben boyarım yenilerim diyemiyor, her gün herkesinkini boyarken seninkini niye boyamayım, yenilemeyim diyemiyor. Çatlamış, nasır tutmuş, defalarca yıkamasına rağmen boya lekesi çıkmamış ellerini saklıyor, kızının dönüp bakmadığını bilmeyerek ellerini saklıyor. İlk defa utanıyor baba, kızına bakmadan ellerini saklıyor.