İçeriğe geç

Topumuzu Çaldılar


Futbolu severdim aslında, bakmayın soranlara her sene farklı bir takımı tuttuğumu söylediğime; elbette bunun döneklik olduğunu bilecek kadar sokaklarda top koşturmuşluğumuz vardır. Şikeden felan bahsetmiyorum, çok da önemli değil şikenin ayyuka çıkması. Topumuzu çaldıklarından beridir küskünüm futbola.

Tanışmamı hatırlamasam da yeni yürümeye başladığımda olmalı. İlk adımımda önüme yuvarlak bir cisim koyup (genelde turuncu olan plastik toptan tutunda, buruşturulmuş kağıda, birbirinin içine geçirilmiş çoraba kadar milletimin irfanındaki yaratıcılık kabiliyeti kadar geniştir bu yuvarlak cismin menşei) hadi oğlum gol yap nidalarıyla amatör futbol hayatına girmişimdir. Çocukluğumun ve gençliğim yegane uğraş alanına aşağı yukarı bu ritüeller eşliğinde girmiştir tüm yaşdaşlarım.

İlk futbol maçına babamın omuzlarında gittim. Siyah beyaz atkıyı (Aksaray sporun renkleridir kendileri) büyük bir gururla sarmıştı babam boynuma; erkek evlat sahibi olmanın hazzını yaşıyordu doğrusu. Tarladan bozma çimenlik bir alanı büyük kale duvarları ile yarışırcasına çevirmişler, iki direkte koydular mı, futbolun mabedini tamamlamışlardı.

Mabedlerini kendileri gibi mütevazi yapma geleneklerini bozmamışlardı hemşerilerim. Stad hınca hınç doluydu, ben deyim iki yüz kişi, siz deyin iki yüz elli kişi. Hep bir ağızdan tezahürat yapıyorlardı. Futbolun güzelliğine ilk burada aşık olmuştum ya da aşkımı yeni anlamlandırabiliyorum. Hiç bir iddiası olmayan şehir takımını destekleyen şehir halkı. Ne halkın bir beklentisi vardı, ne takımın. Yirmi iki adam bir topun peşinde koşuyor, daha da ilginci yüzlercesi de bağırıyordu delicesine. Arkadaki abilerin küfürlerine dikkat kesilmişim bir ara, hoplayıp zıplamaları ve az buçuk anlamlandırabildiğim küfürlere dikkat kesilmemek eldemiydi, benim için sahadakilerden daha ilginçti bu adamlar. İçlerinde sonrada amigo olduğunu öğrendiğim ve tanışmak şerefine eriştiğim kartal abi, beni fark etmesiyle ‘’lan oğlum küfür etmesenize, burda çocuk var a…… koyum’’ diyerek delikanlılığını göstermişti bir çırpıda. O gün ne küfür durdu, ne de durmasına gerek vardı, sadece büyümem gerekiyordu içten bir küfür patlatabilmek için. Bakmayın öyle küfür deyip geçtiğime edebiyatın bütün inceliklerini ve bilumum sanatlarını ustaca kullanılırdı.

Sokaklarda koşturacak yaşlara geldiğimde, futbolun gerçek büyüsüyle tanıştım. Bildiğimiz ve bildiğiniz futbol değildi bu. Ofsayt, kırmızı kart yoktu ama üç korner bir penaltıydı, kaleci aynı zamanda oyuncu olurdu. Araba kamyon geçtiğinde, herkes olduğu yerde durur, hareket ettin mi en okkalısından bir küfür yerdin. İlk uzay geometrisiyle tanışmam daha geometrinin g’sini bilmeden olmuştur. Taşın üstünden geçen topun gol olup olmadığı ince trigometrik hesaplar, analitik yorumlar sonucu değerlendirdik.

Milleyetçiliğim ilk temellerini mahalle maçlarında attım. Kolay mı mahallenin şerefi sırtımızdaydı. İlk gol namus golüydü. Kıran kırana maçlar oynanır, kavgalar çıkar ama namusumuza laf söyletmezdik. Kavga eder, barışır tekrar futbol oynar,tekrar kavga ederdik.

Bir gün sokaklarda hiç top peşinde koşmamış büyük büyük (!!) amcalar geldi topumuzu çaldı, küfrümüzü yasakladı. Ne iki taş koyup futbol oynayacağımız sokaklarımız kaldı, ne de doyasıya küfür edebileceğimiz mabedlerimiz. Artık ne ilk gol namus golü, ne de araba gelirken durmamak ayıp.
Ne dersiniz okkalı bir küfür mü etsek topumuzu çalanlara?