İçeriğe geç

Hikaye İçinde Hikaye 5


Çay ocağında tanıdım… Çayın yüreklerde demlenip ince belli bardaklarla içildiği bir sığınıkta… Şehrin rahatsız eden kalabalığından rahatsız, tahta iskemlelerde kurtuluruz ancak. Kedisi, velisi bir de delisi eksik olmazdı buranın. Kışın ayazından, yazın alazına doğru bir ‘merhaba’ baharında; çayın yanına muhabbeti, muhabbetin yanına da sigarayı yoldaş ederken fark ettim onu. Allah’ın selamını verip bir iskemle çekti, oturdu masaya. Tek tanımadığı olduğumdan, bir an bile tereddüt etmeden uzattı elini ‘’Ben Mahmut, Kayseri’liyim, askerliğim dışımda başka yere çıkmışlığım yoktur.’’ dedi bir çırpıda. Hani yiğit nâmiyle anılır ya, daha önce “Şavrole Mahmut”u defalarca dinlemiştim, maceraları Nasrettin Hoca’yı ksıkandıracak, Köroğlu’nu utandıracak cinstendi. “Abi, ben de Ahmet diyebildim.’’ sadece.

Mahmut Ağabey orta boylarda, esmer yüzlü, mütebessim, ortalama Anadolu insanıydı. Vakt-i zamanında pala bıyığı, uzun saçları olduğu da rivayetler arasında… Siyah, parlak gömleği, uzun, sivri iskarpinleri, Sümerbank kotuyla Şavrole’den başkasına binemezdi. Zaten Şavrole’ye de Mahmut Ağabey’den başkası yakışmazdı. Bunu fark eden ehl-i irfan , “Şavrole” nâmını uygun görmüşler Mahmut Ağabey’e…

Şavrolesinin koltuğu sonuna kadar geriye itik, cam her daim yarı yarıya açıktır. Ne kışın soğuğuna yenilip camı tamamen kapatır ne de yazın sıcağından bezip tamamen açar. Kol dirsekten dışarıya sarkıtılır, ibreye de kırka kadar müsaade edilir. Radyo Türk Sanat Mûsikimize emanet. Tüm raconlarını bilir; kızlara asılmak, gereksiz (hatta gerekli bile olsa) kornaya basmak, müziğin sesini fazla kaçırmak racona terstir. Direksiyon, racona göre sallanır yollarda.

Geçici karayolları işcisidir Mahmut Ağabey. Geçiciliği dünyanın ki, işciliği de rızkını çıkaracak kadardır. Karıncanın aksine çoğunlukla kışın çalışır, yazın dinlenirdi. Zaten karınca gibi darda kalan ağustos böceğiyle dalga geçecek bir ahlakı da yok. Kışın eksi otuz dört derecede donan mazotu nasıl açtığını anlatırken, soğuktan ellerinin hissizleştiğini özellikle anlatmazdı. İş olduğunda karınca gibi çalışır, olmadığında ağustos böceği gibi tamburunu çalardı…Sahi ya Hû, o keman çalıyordu değil mi! Zaten bizim masalımız değil ki o…

Aslında nâm-ı diğer “Tamburî Mahmud Beğ” de diyebilirdik kendisine pek âlâ. Kazandığı paranın hemen hepsini müzik kitaplarına, orijinal cd kaset ve plağa yatırırdı. Kitap arşivini bir görseniz, Beethoven’dan Mozart’a, Tamburî Cemil Beğ’den Dede Efendi Üstad’a seyahat edebilirsiniz. Sık sık; “ya Hû Şavrole, hepsini anladık ta şu opera notalarının ne işi var?’’, ‘’Be adam, tamburla Vivaldi mi çalacaksın?’’ diye sormakla sormamak arasında tereddüt edersiniz. Tamburda virtüöz değildi elbet ama efkârlıca dokunurdu tellere. ‘’Mahmut bak! Aynısı var bende, çekelim bir cd’ye getirelim’’ diyenlere kulak asmazdı… İllâ ki; orjinalini alacaktı.
‘’Fark var mı Mahmut?’’
‘’Yoh emmi…’’,
’’Eee o zaman Mahmut!?’’
’’Yoh emmi yoh…’’
“İllallah Mahmut…”
“Allah emmi Allah…”

‘’Bu sene açılıyor muymuş sınav?’’
‘’Evet dede, açılıyormuş, gine gircem baalım…’’
‘’Oğlum, bi torpil bulsak saa’’
‘’Olmaz dede, N’idem imamlık sınavında torpili.’’

Şavrole, on senedir imamlık sınavına girer, yazılıyı geçer ama mülâkatta elenir. “Konuşman bozuk” senin derler…Gel gör; Şavrole bildiği gibi konuşur, insan İstanbul’a gitmeden İstanbul Türkçe’siyle nasıl konuşsun… Mahmut Ağabey de doğduğu yerden konuşur yani…

Şavrole Mahmut cümle mahlukâtı çok sever. Yalnız, bu kanatlı tâifesine ayrı bir yakınlığı vardır. Keklik, tavuk, kaz, bıldırcın, güvercin, kanarya… Bildiği, bilebildiği bütün kanatlılara gönlünü açmıştır. Bir ara eve sekiz keklik almış, başlamış beslemeye. ”Biri vardı” diyor hüzünlenerek, ”Tam on üç yaşında öldü. Aile efrâdımdandı. Öyle gafese felan goymazdık ha, gezeridi, dışarı çıkar gelirdi. Arabanın kapısını açtığımda biner, kapıyı açtığımda inerdi. Bir gün bağdayız uyuyorum, şööle göğsüme bişiler batıyor, bir ağarlık hissediyorum ama uyanmaya da eriniyorum. Dayanamadım gözümü açtım ki bizim keklik, gelmiş gömleğin arasından göğsüme yatmış… Gagasını da dayamış çeneme… Anladım ki, hayvancağız üşümüş.”
Eee Mahmut Ağabey ne yaptın?
“N’apıyım çektim yorganı uyuduk beraber.”
İnsanın kırk yıllık dostundan, karısından, çocuğundan bahsettiği gibi bahsediyordu. Gözü özlemle ufka daldı: ‘’Yaşlılığı insan yaşlılığı gibiydi, köşesi vardı evde, orda yatardı. Artık çok uyumaya başlamıştı. Gel deyince kalkar gelirdi yavaş yavaş, nasıl yorulurdu garibim nefes nefese kalırdı…’’

Tabi sevda yürekte durduğu gibi durur mu hiç… Babası bir gün; “Oğlum, al şu kırk lirayı elektriği yatır diyor.” Şavrole’nin dediğine göre o zamanlar kırk lira büyük para. Giderken yol üstündeki kuşcuların barakasına uğrayım der, ilk görüşte aşk işte iki tane Amerikan çulluğu. “Nah bu kadar!” der, gösterir bu anısını her anlattığında. Elektrik-su unutulur, aşk işte… Sorsan hani, adını bile söyleyemez belki o anda. Anan aşağı, baban yukarı pazarlık edilir, kırk liraya alır iki yârini de Mahmut Ağabey… Bağa götürecektir ama araba lazım, önce Kuruyemişçi arkadaşına götürür çullukları, “leblebilerimi yer der” bahane eder bahtsız… Berideki Konfeksiyoncuyu iknâ eder bin bir güçlükle. bağa götürür bağlar bir güzel kümese. Babası sorar yatırdın mı oğlum elektriği, yatırdım diyemez yalan söyleyemez, anlatır çullukları. Dayağı göze almış bir kere sevdası uğruna. Babası gidip bakalım diye atlar şavroleye, gösterir çullukları, “Afferim lan, ucuza almışın” derken sever çullukları. Bu işler babadan oğla geçermiş derler, meğer doğruymuş…

Kedi köpek beslemekten daha iyidir şavroleye göre bu kanatlı taifesi. Sezonluktur zaten; keklik hariç! Ah o keklik ah… Sezon başında alınır, beslenmeye başlanır muhtelif haftalarda kesilir, en son kanla jubile yapılıp diğer sezon beklenir.

Fuzuli’nin dediği gibi aşk istidad işidir, ve anadoluda insanlar en çok aşka istidadlıdır. Bir kıvılcım bir çift göze bakar yüreğin tutuşması. Bir kanatlıları sevmekle kalmazdı ya Mahmut Ağabey…Çay ocağında Pîr’im dediği ocak sahibiyle konuşuyorlarmış, nasıl olmuşsa olmuş aşka gelmiş söz yine. Pîr’i; “aşık mısın sen Mahmut?”, “Yok Pîr’im demiş,” “Sana emrediyorum git aşık ol!” Şavrole Mahmut çıkar, ilk gördüğü kıza abayı yakar, yalnız abayı değil gönlünü de. Tamam, biraz farklı olsa da, tutuşmuştu gönlü bir kere. Yollarda beklenir, evin önünde beklenir, beklenir de beklenir… Şavrole çekilir apartmanın karşısına, radyo ayarlanır trt4’e yahut takılır neşetten bir kaset teybe. Saç, bıyık kurban edilir hep sevdiğine.
Bir bayram sabahı daralır, bir de bakar gene apartmanın karşısında! Yollar hep ona çıkmakta nasılsa… Suçlu değildi aslında. Şeytan kırmış direksyonunu Şavrole’nin, burada duruyordu ya hep, ya cephesi nerdeydi? Kaçıncı kattaydı? “Apartmanın kapısına vardım” diye anlatmaya başlıyor Şavrole; “Bastım bi zile bayram günü, açtılar kapıyı. Girdim apartmana, adamın biri kapıda… Buyurun diyor bana, gir lan içeri dedim! Kapattı adam kapıyı tabi. Birinci kata baktım yok, ikinci kata baktım yok, umudum kesiliyordu ki üçüncü katta ayakkabısını tanıdım.” Sadece beyaz atlı prens kül kedisini bulacak değil ya ayakkabısından… “Yapıştım kapının gözüne.” Ağabey iyi ama içeri gözüküyor muydu? “Nerdee, sadece arada bir gölgeler seçiliyordu, hareket ediyordu.” Aşık adama sevdiğinin gölgesi bile yetiyordu! Heyhaat… “Yarım saati geçkin durdum, baktım öyle. Sonra dedim ki; bu kapı açılsa kan çıkacak! Döndüm geri.”
Korkudan değil zinhar, edepten.. Yoksa Mahmut Ağabey, kışın mecburiyyetten arkadaşının garajına çektiği arabasının resmini gösterirken, “Ya Mahmut, bu yandakinin brandası var sen niye branda çekmedin?” diyene, “Yiğidin malı meydanda olur!” diyecek kadar delikanlıdır …

Şavrole makamdan, maldan, şandan, şöhretten bağımsızdır. Hattâ zamandan bile müstağnidir, bunu bilen biri 2010 yılında bir takvim bastırır, Şavrole’nin resimlerinden oluşan. Ağabey, bu takvim meselesi nedir diye sordmuş bulundum. ‘’Şimdi bu hicrî, miladî takvim felan var ya biz de Mahmudî Takvim’i bastırdık, aylar günler bize göreydi’’ dedi, sustum…

Mahmut Ağabey basit ve derin insanlardandı. İki hayali vardı: Biri babasına “babacığım” demekti. Bazen söyler; “Şöyle sarılıp, uzun sakalını sevip, nasılsın babacığım? demek istiyorum ama yetişmedik ki biz,biliyorum O da beni çok seviyor.”
Diğeri mi?
İstanbul Boğazı’nda bir tekne kiralayıp, içine çalgıcıları doldurup, balık yemek. Bunu anlatırken biri ‘’Mahmut iyi de, balığın yanına rakı lazım.’’ deyince, Mahmud Ağabey hayalinden vazgeçiveriyor o anlık… Sonra, tekrar, rakısız balık yemenin hayalini kuruyor kendince.

Mûsikişinas olacak ölçüde beyefendi, şivesini değiştirmeyecek kadar bizdendir Şavrole Mahmut. Yalan söylemeyecek kadar da beceriksiz saftır…

Yaşar Kemal, “Güzel insanlar güzel atlara bindi, gitti.” demiş ya; bir bilse buralarda güzel insanlar şavroleleriyde geziyorlar hâlâ. Bilmez ki…