Birkaç gün önce bu sitede yazan bir arkadaş, sitedeki yazıların nasıl olması gerektiği üzerine konuşurken, “hafif” yazıların makbul olduğu yolunda bir yorumda bulunmuştu. Tabii onun hafiflikten kastettiği mana “suya sabuna dokunmayan” yazılar demek değil, ben çok iyi biliyorum da, biraz takılayım istedim, “ben zaten hafif yazıyorum” diye bir karşılık verdim.
Sosyal medyanın kötü bir özelliği var, “beğen” diyorsun, olay bitiyor. “Ben zaten hafif yazıyorum” cümlesini birkaç kişi beğenince kendimi “hafif meşrep” hissettim, yalan yok. O zaman şöyle en ağırından bir yazı yazayım da, kimse yerinden kalkamasın diye düşündüm. Latife ediyorum tabii ancak bazı hususları şaka yollu açıklığa kavuşturamıyor muyuz diye de düşünmeden edemedim.
Bu satırları buraya yazmamın müsebbibi ilkokul arkadaşım ile aylar önce istişare ederken, “kafama göre takılırım, haberin olsun” dedim, “eyvallah” dedi. Bir de “sen daha iyi bilirsin, çok yazıp çiziyorsun, ben anlamam” deyince, ben “ulan şimdi sık yazmak da lazım ama tavır koyarken biraz farklı da olmak lazım” diye düşündüm. Aradan zaman geçti, malûm deneme aşaması var, yayın yok ama yazılar ekleniyor. Hikâye yazmışlığımız, şiir karalamışlığımız, bol dipnotlu yazı tecrübemiz var ama hepsini geçtim her şeyden önce tarafız. Yazmadan evvel, okuyucuya derdimizi nasıl farklı anlatırız meselesini de eklenen yazıları okuyarak sağlayayım istedim. Aman Allah’ım o da ne! Bizim “anlamayan” (!) Niyazi, öyle hikâyeler döktürüyor ki; “ulan Niyazi, alacağın olsun” dedim, “saman altından su yürüt, bir de ben anlamam ayaklarına yat.” Hikâye işini Niyazi’ye temelli bıraktım. O derdini hikâye ile herkesten güzel anlatıyor.