İçeriğe geç

Yazar: Alperen Gökçe

Unutulan Bir Resim

Hüseyin Utku Gülbahar’ın hiç gelmeyecek olan gençliğine…

Eğildi ömür, çizildi kader
Bugün dünyaya bir hâl oldu
Gözlerimizin içine damlasın artık keder
Ahirete kaldı dualarımızdaki utku.
****

Güneşin doğmadığı yerdeki bu serinlik,
Kendi gölgemiz zannettiğimiz bir karanlık.
Biz bu hayatın yıkık duvarıyız,
Nisyan adlı çivi çakılı gırtlağımızın tuğlalarında
O çivilerde bir resim,
Boyundan büyük bir koldan sarkan, minicik ayakların olduğu.
Yani sende sana, bende bana haram zıkkım olacak bir yaşanmışlık.
Olmadı.
Ayakkabımızı soksak yutacağımız genişlikte boğazımızla
Yaşadık, yaşıyoruz,
Seslenseler, kum olup düşecek iskeletlerimizle.

Göğsümün ortasından çaktılar beni bu duvara Hüseyin,
Hayatın zaruretleri denilen biz kazıkla.
Gözümde damla damla birikenleri verdim önce.
Saçımdaki o ilk akların taşıdığı anıları sonra.
Anladım, seninle biz, aynı göğün altında değiliz.
Bir bir anlattım o kirli gözlere,
Yağmurlu göğün bağrında gördüklerimi.

Şarapneller-IV

6250_10

Burası esasında konuşamayanların yeri. Hayatında kaçırdığı ne varsa konuşamadığından dolayı kaçıranların yeri. Yoksa insan niye yazsın. Niye bütün konuşamadıklarını, bir kalemle kâğıdın göğsüne kazısın. Bu, son noktadır.

Bunu da buraya yazıyorum. Okunabilir mi, anlaşılabilir mi bilmiyorum. Zira kalemin kalem, kâğıdın kâğıt, lafın ise kelâm olmadığı bir çağda yazıyorum. Belki de bundandır bizim pervasızlığımız. Yazma hadsizliğimiz.  Bize de gün doğması bundandır belki. Gün doğması derken; daha önce de dediğim gibi hâlâ güneşi ve ampulü ayırt edemiyorum. Yani süzülerek kapımın altından odama vuran her ışıkta bir şafak heyecanı yaşıyorum. Ve çok iyi anlıyorum ışığa üşüşen sinekleri. Tanpınar demişti; “Hakikatte bir şafak diye baktığın şey, bir yangındır.” Diyemiyorsun işte; “bir yangınımız bile yok baba, karanlığa bakıyoruz şafak diye, koca bir karanlığa”

Tanpınar bu cümleyi şöyle bitirmişti; “Hiçbir yara kurcalamakla iyileşmez.”

Ben, Toprak ve Fırat

Bir kış günüydü, kesildi damarımız
Adımızı kazıdılar yanımızdan.
Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların
Gözlerinden düştük önce.
Sıkılan yumruk açılınca anladık,
Morarmış tırnaktık şahadet parmağında.
Bizi paslı bir kerpetenle söktüler.
Düşmek, sökülmek, kesilmek
Ne zordu anlatamadım.
Anlatamazsın da…
Bağıracağın kuyulara saklandın sen,
Alnında parlayan korkularla.
Uçuruma itilme korkusuyla saklandığımız kuyular,
Düşüp kaybolacağımız vadiden daha aydınlık değildi hâlbuki.
Soğuk zeminde bir yankı olarak kaldık.
Çünkü tükürülmüş kırık bir diştik artık,
Filistin askısında “Allah” diyen ağızlardan.

Sonra Fırat düştü.
Her şey, her yanıyla bir kez daha düştü.
Hüseyin’in dipçiklenen başındaki takkesi,
Kurşunlanan Ahmet’in ellerinden kitabı,
Acılı ananın dövünürken yazması,
Dilini ısıra ısıra ağlayan babanın omzu…
En son; gözyaşı düştü toprağa.
Hâlbuki kavilleşmiştik ağlamamak için
Her şeyiyle tersine olan bir şehrin sokağında.
Yani; insanın, tanındığı yerinden vurulduğu bir şehirde,
Gözyaşlarımızdan vurulmamak adına.
Ses verdi toprak;
“üzerime ne döküldüyse
Benden çağlayacak da odur”
“Fırat” dedim “Fırat”
Kan tükürdü toprak
Hakkı alınmamış kanlar adına.

Melek’in Gözlerinde Gördüğümdür

CVpbwMZVEAA2yVW

Esasında bu bir kördüğümdür.

İnsanın insana utanç olduğu devirlere büyüdük. Ve biz büyüdükçe utanç da büyüdü. Kendimize dair “dik duruyor” zannımızdan, anlayamadık dünyanın yamuk olduğunu. Bir yamukta var olan yamukluğumuz, bizi yamuk dünyaya göre “dik” yapsa da, Melek’in gözlerinde kamburumuz görünüyor.

Çünkü Melek’in gözleri her şeyi gördü. Lakin Melek’in gözlerinin kaç uçak, kaç roket, kaç füze, kaç kopmuş kol ve ölmüş insan gördüğünün istatistiği tutulmuyor. Artık insan da dâhil hiçbir şey insan sınırı içinde değil ve Melek’in gözlerinde taşıdıkları, insani olmayan hiçbir şeye somut veri teşkil etmiyor.

İnsan bazen yanlış bir şey yapmasa da ona mukabil edilgenliği ile yanlışı büyütebiliyor. Zalim olmasa da mazlum, yani zulüm gören olmak gibi.

İnsanın bu yüzyılda eksik kalan yanı, acıyı hissetmemesi. Hâl böyle olunca bombalanan bir pazar yerini izlerken sofrada salatanın suyuna ekmek banabiliyoruz. Yine çayını karıştırırken, “hastanede yaralı çocukların ağlamasını duyunca “televizyonun sesi çok fazla, kıs lütfen” diyebiliyoruz. Yahut haddinden fazla “bilinçli” birkaç genç olarak unutmama yeminleri edip, ardından ağzımızı ayıra ayıra gülebileceğimiz bir lakırdının etrafında saatlerce çömelebiliyoruz. Sonunda herkes her şeyi unutuyor ve kimsenin de kalbine bir bok olmuyor.

Bir Gidişin Ardından Dökülen Su

Çekince bıçağı saplandığı yerden,
Ilık ılık akan hayatı, kan sandık.
Suyuna rüyalarımızı anlattığımız ırmak da kuruduğunda,
Üstümüzdeki yamalı giysiyi, hayat sandık.

***
Sen,
Ey bu kadar güzel gülüp de böyle kötü ağlatan çocuk;
Düştüğün yerden kalkamadık.
Baba yadigârı bir acı seninle miras kaldığında bize
Anladık, omzumuzdaki bu tabutun yükü ne kadar da tanıdık.
Bacağından süzülürken kanın,
Nice ak saçlılar, delikanlı arkadaşlarını hatırladı.
Mesela ciğerlerimizde o pis hava ile camdan attılar bizi,
Süleyman’ı aynı yerinden kurşunladılar.
Gördüm, Yusuf’un da saçlarında yine kan vardı.
Kapandı zannedilen yaraları yarıp, içine bir de sen girerken,
Şahit tuttuk yedi kat göğü tutan gökyüzünü
Şahit tuttuk yedi kat yeri taşıyan toprağı
Devlet yoktu!

Sol Koluma Saplanan Şarapneller-III

11354832_10154015116448986_2140715671_n

Adam, kurusun diye kalbini çıkardı ve güneş gören bir odaya bıraktı. Bir müddet sonra döndüğünde, yerler, kalbinden süzülen damlalarla kaplanmıştı.

“Âh!” dedi, “Keşke kalbimin altına leğen koysaydım. Dağılmazdı içim böyle her yere.” Her damla bir kelimeydi hâlbuki. Ağzını açar açmaz “keşke”den ve “âh” dan birer damla baloncuk olup uçmuştu mesela. Ama tükenmemişti. Zira adamın içi keşke’lerle ve âh’larla doluydu.

Adam, “içim fazla yayılmasın” diye getirdiği kâğıtları damlaları çekmek için yere serdi. Burada yazılanlar o kâğıtların birinden olsa gerek. Bilmiyorum.

“Bazen açılan bir kapı, aslında tamamen kapanacak olan, hatta bir tarafa kapanırken başka bir tarafa açılacak olan bir kapının eşiği olabiliyor. Bilmiyoruz. Ama hayat da böyle bir eşik olsa gerek. İnsan, aklı bir karış havada olduğu, “ölümüne seviyorum” dediği delikanlılık yaşlarında aslında ölümüne büyüyormuş. Nice delikanlı arkadaşımın bir sebeple o büyük kapının diğer tarafına geçişinden olsa gerek delikanlılık yaşı bahsim. Ölüm kapısını geçmek için biriktirilen bir şeymiş hayat. Âh yüklü, keşke yüklü.

Ne çok âh biriktirmişim. Sahi herkesin âh’ının biriktiği bir yer var mı?

İçli Bir Türkünün İçi

417188_208748989226460_1938204504_n

 

Biz,
Sıvasız evde büyüyen çocukların çocukları
Yani bir apartman dairesine çocukları ile beraber taşınanların.
“O duvarlar anamın duasıyla sıvalı” derdi, yıkılmaz,
Başımıza yıkılsa da yarınımıza yıkılmaz.
Vakit, açlıktan duvarların bile yıkıldığı vakitti hâlbuki
Nefesleri kokan, sabırları tüten adamların vakti.
Öyleydi;
Duvarlarında keder adlı çivilerin çakıldığı
O çivilere mukimlerin, kan çanağı gözlerini astığı evler.

Elimden tuttu ve şöyle dedi babam
Bak oğlum, bu evlerde içli bir türkünün içi var

Biz,
Pazarda su satıyor diye zabıtadan tokat yiyen çocukların çocukları,
Yani dişini sıkmayı, ismini söylemeyi öğrenmeden evvel öğrenenlerin

Gömülü Beklemek…

images (2)

Kalbimden alnıma dayadığım bu merdiven,
Rahat inebilsin diye bütün beklediklerim.
Gömdüğümüz “beklemek”lerin yeri belli olsun diye
Alnımızdaki bu kırışıklıklar.
Ve kırışıklarımdan kelâmıma gizli bir geçittir öfkem.

Öfkem, sözlerimin medhâli…
Aklıma gelmeyen bir cümle.
En çok susmak iz bırakır,
Ki; bu sükûtu, o izlerden tanırım ben.
Sükût ile boğuyoruz getirdiğimiz cinneti.
Öfkelenmemiz gereken günleri öfkelenmeden geçiriyoruz.
İçimizdeki ağaca farkında olmadan “keşke”yi kazıyarak,
Aslında çok arayacağımız günlerden geçiyoruz.