Esasında bu bir kördüğümdür.
İnsanın insana utanç olduğu devirlere büyüdük. Ve biz büyüdükçe utanç da büyüdü. Kendimize dair “dik duruyor” zannımızdan, anlayamadık dünyanın yamuk olduğunu. Bir yamukta var olan yamukluğumuz, bizi yamuk dünyaya göre “dik” yapsa da, Melek’in gözlerinde kamburumuz görünüyor.
Çünkü Melek’in gözleri her şeyi gördü. Lakin Melek’in gözlerinin kaç uçak, kaç roket, kaç füze, kaç kopmuş kol ve ölmüş insan gördüğünün istatistiği tutulmuyor. Artık insan da dâhil hiçbir şey insan sınırı içinde değil ve Melek’in gözlerinde taşıdıkları, insani olmayan hiçbir şeye somut veri teşkil etmiyor.
İnsan bazen yanlış bir şey yapmasa da ona mukabil edilgenliği ile yanlışı büyütebiliyor. Zalim olmasa da mazlum, yani zulüm gören olmak gibi.
İnsanın bu yüzyılda eksik kalan yanı, acıyı hissetmemesi. Hâl böyle olunca bombalanan bir pazar yerini izlerken sofrada salatanın suyuna ekmek banabiliyoruz. Yine çayını karıştırırken, “hastanede yaralı çocukların ağlamasını duyunca “televizyonun sesi çok fazla, kıs lütfen” diyebiliyoruz. Yahut haddinden fazla “bilinçli” birkaç genç olarak unutmama yeminleri edip, ardından ağzımızı ayıra ayıra gülebileceğimiz bir lakırdının etrafında saatlerce çömelebiliyoruz. Sonunda herkes her şeyi unutuyor ve kimsenin de kalbine bir bok olmuyor.
İnsanoğlu, yeri geldiğinde kinini “kırk bohçaya sarılı sakal-ı şerif” gibi muhafaza etmediğinden olsa gerek acıların bir yere saplanıp kalması. Sırf bu sebepten dolayı, onunla bizim aynı göğün altında olduğumuza iknâ edemiyoruz Melek’i. Çünkü Melek’in gözlerindeki acı, senin gönlüne sekmiyor.
Evet, yeryüzündeki hiçbir silahlı kuvvet Melek’in gözlerindeki maviliği alamaz. Ama Melek’in göğünü aldılar. Bizim burada bulutuna, uçan kuşuna, maviliğine baktığımız gökyüzünden, orada başını yerin yedi kat dibine saklayan çocuklara kuracağın salıncak, her daim ama her daim boş kalacak. Küçük yaşta acı hakikatlere salıncak kuran çocukları güldürememenin verdiği utancı bir hissedebilseydik.
Hissedebilseydik, bilirdik; insanın sırtının göğüs kafesine bakan yüzünü tırnak tırnak kazıyan şeyin ne olduğunu. Bilirdik; toplanan âh’ların ve gözyaşlarının bir bir dökülüp sayılacağı o günde en çok “susanlardan” hesap sorulacağını.
Bu çağın, insanı aşüfteleştiren bir yanı var. Benim bu yazıdan sonra başımı yastığa koyup uyuyabilecek olmam gibi. Bir yandan da insanda bir ağaca yahut masaya ismini kazıma, yeni dökülmüş çimentoya ayak basma hevesi var. Kendini yıllar sonrasında bir vakte, orada bırakabiliyor olduğuna dair inanç. Ama öyle olmuyor.
İnsan yıllar sonrasına kendini ancak bir umudun dibine su vermekle bırakabilir. Gel gör ki; dünyanın hiçbir yerinde ve zamanın çocuklara aldığın çizmeleri, çikolatalı gofretleri umut hanesine yazmıyorlar.
İşte bu noktada Melek’e umudu gösterememek aczi yapışıyor yakana. İçinden bir insan düşüyor. Sana koşup gelen bu çocuklara umut edecek bir şey gösterememek, sende, sana haram zıkkım olacak bir kul hakkına dönüşüyor. Melek’in bakışları düşüyor. Çünkü umut edecek hiçbir şeyinin olmaması, umutların kırılmasından daha insafsızca ve insansızcadır.
Melek;
Seni gördüğümden beri gözlerini göğsüme kattım. Öyle bakayım istedim dünyaya. Dünya diye baktığım şeyin esasında iliklerime kadar kendim olduğunu gördüm. Böyle kafanı kaldırıp sadece yağmur ya da kuş beklediğin bir gökyüzü bırakmak isterdim. Gök gürültüsünden, onu bomba sesi zannettiğin için değil, sadece o bir gök gürlemesi olduğu için korkmanı isterdim. Günlük hayatın sıradan olaylarının sendeki tedaileri, o çocuk hafızanda birikmiş hangi korkunçlukları çağırıyorsa, bende de yeni bir haysiyetsizliği büyütüyor.
Melek, oysa ben sana göğü deldiğini zannedeceğin ağaçlar büyüteyim isterdim. Kesmekle tükenmeyecek umutlar yani. Olmadı. Seni kendime umut yaptım.
“Sana bir tek fidan gösteremem
İmkânsız çocuk, sana senden başka fidan gösteremem”*
* Hüsrev Hatemi-Kanlıca Vasfında Elektrobağlama Eşliğinde Yozlaşma Gazeli