İçeriğe geç

Ay: Ağustos 2012

Notların Arasından

(Edebiyatın eteğinden tutmuş herkes gibi şiir karalarım ben de… Her hangi birisini yayınladığım an bir ihanet duygusu kaplar içimi; Dilaverlere, Turgutlara, Ediplere, Atsızlara, Nazımlara, Ahmedlere ihanet… Koy gitsin dedim bu sefer, Ankara’yı çok özledim çünkü, bütün kirlerine rağmen… Af ile…)

Sanrı

Depremler oluyor zihnimde ve “zaman” kavramımda oluşan çatlaklardan anılar sızıyor yüreğime. Yüreğim sızlıyor.
Çatlaklar… O çatlaklardan ansızın sızan “anı”lar… Uçuruma evrilen çatlaklar. Karanlığa çıkan… Birazdan gün(eş) de batacak zaten… Depremler… Depremler… Kulaklarıma dolan sağır edici bir uğultu; ama hep aynı melodi sanki… Yarıklar… Uçuruma evrilen…

Öksürmek İsterken Ciğerlerim Döküldü..

Adam her Türk gencinin en büyük fantezisi olan hayalini gerçekleştirecek olmanın mutluluğu içinde atletle televizyon karşısına oturdu. Sehpanın üstünde kuruyemiş, kola, sigara, meyve tabağı hazırdı. Evde yalnız başına oturup, hiç yerinden kalkmadan hemen hemen bütün  temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği ortamı bulmuştu. Kısacası Nirvana’ya ha ulaştı ha ulaşacaktı.

İşte o an! Reklamlar…

Kurallara uymak konusunda oldukça başarısız olan bu milletin bir parçası olan yayıncılar, reklamlar konusunda verilen süreyi sonuna kadar ve bir saniye artırmadan kullandıkları için tebrik edilmeyi sonuna kadar hak ediyorlar.

Psişik Mevzular 20, ” İlk İntiba Aldatır ve Patlamış Mısır Diye Bir Şey Yoktur! “

– Sayın AZÖTEKAYIN,

iki ay önce katıldığınız sıradan bir insan cenazesinde kendinizi, ünlemli insanlardan ziyade patlatılmış mısırlara daha yakın hissetiğinizi beyan etmişsiniz. Akıllarda soru işaretleri bırakana bu söyleminiz hakkında bizleri biraz bilgilendirir misiniz?

– Efenim, aslında patlamış mısır diye bi’şey yoktur. Eğer varsa ben de çevremdekilerin tanıdığı, tanımladığı gibi biriyimdir demek olur ki bunu kabul etmem mmkün değildir.Demem o ki; herhangi bi’mısır tanesinin kendi kendine eline bi’çakmak alması, o çakmakla ocağı yakıp kafi miktarda yağladığı tavayı ateşin üstüne koyduktan sonra çılgınca bi’patlama isteği ile tavanın içine girmesi ne derece imkansızsa; benim de durduk yere patlayıp sağa sola ağız dolusu küfürler savurmam, tekme tokat kavga etmem (artık bu yöntemi pek kullanmıyorum) o derece imkansızdır. Öyleyse mısırı patlatıp patlatıp adına patlatılmış mısır değil de, patlamış mısır demenin mısıra yapılan büyük bir haksızlık olduğunu kabul etmek gerekir. Mevzu’a bu açıdan yaklaşıldığı takdirde etrafımdaki dingil ve dingiliyelerin kontrolsüz öfkemi devreye sokmak için ısrarla dingillik yapmaları ve sonra sütten çıkmış ak kaşık kostümlerini giyinerek beni asabi, agresif ve ne yapacağı belli olmayan biri olarak nitelendirmeleri de aynı kapıdan haksızlığa çıkmaktadır. Buna son verilmeli…

Ah bir de şu sivrisinekler olmasa her şey çok daha güzel olacak…

Yorgunluktan ağırlaşan gözlerime direniyorum. Evet bedenim yorgun ama ruhum da yorgun. Ve bedenimden önce ruhumun dinlenmeye ihtiyacı var… Yazın son demleri; dört mevsim içerisinde benim için özel olan sonbaharın usul usul gelişini hissettirdiği günler… Şehrin ışıklarından ve gürültüsünden uzakta; gökyüzünün bağrında ışıldayan hilal ve sessizliği bozan ağustos böcekleri… Ah bir de şu sivrisinekler olmasa her şey çok daha güzel olacak…

Küçükken değil “çocuk”ken hep Rize’ye geleceğimi, memleketime hizmet vereceğimi söyler, içten içe de tüm özlemlerimi dindirebileceğimi sanardım… Seneler geçti ve her sene en az bir kere geldik Rize’ye. Ve Rize’den her ayrılışımda tekrar kavuşmak üzere bir parçamı hep onda bıraktım. Bir nevi emanet ettim… Her kavuşmamızda tamamlandım. Her ayrılıktan sonra eksik kaldım. Zaman geçtikçe eksik yanımın yokluğuna özlemim geçmiyordu ama o özleme alışmayı öğreniyordum. Bir bakıma eksik yaşamayı öğreniyordum… Oysa çocukken özlemlerin sonsuza dek dindirilebileceğini düşler, sadece sabretmem gerektiğine inanırdım. Keşke çocuk kalabilseymişiz… Aman ha bu söylemimi bir kaçış olarak algılanmayın

Sıradan Bir Hikâye

En çok Barbaros Bulvarı’nı severim ben. İddiasızdır çünkü, sonu denizdir ya; belki de ondan. Bilmiyorum. Genelde sonu belli olan şeyler sevilmez, ben Barbaros Bulvarı’nı en çok sonunu bildiğim için severim. Erkek semtinin en narin kesimi da o sonudur işte. Arkanıza otobüs duraklarını aldınız mı, kalabalık sırt çevirmiştir artık size. Farzedin ki; tutuyor birisi ellerinizden, o vapur sizin için bekliyor demektir. Ve o vapur hep ikinizi bekler zaten, boşaltır gelir kalabalığını yine bekler. Bekletmeyeyim dediğiniz an yalnızlık çarpar suratınıza çünkü tek kişilik bilet gerektir vuslata, ellerinizin boş olduğunu anladığınız an kalkar sizi bekleyen vapur. Yıkılan hayâllerinizden çok elinizin soğukluğunu hissedersiniz. İşte öyle bir şey…

Güzel Bir Haber

Mustafa KUTLU’ nun, ” Uzun Hikâye ” isimli hikâye kitabının uyarlanarak beyazperdeye aktarılacağı haberini ilk aldığımızda -çok önceleri yapılmalıydı; ama yinede şükür- dedik.  Yapımcılığını Osman SINAV’a ait Sinegraf’ ın, dağıtımını UIP’nin üstlendiği ” Uzun Hikâye “; 19 Ekim 2012 tarihinde gösterime girecekmiş. Haber bu. Ancak, bazı filmleri hakkıyla seyredebilmek için bilet almak yeterli olmaz, bazı filmlere bazı filmlermiş gibi davranamazsınız, bu da onlardan biri bence. Tamam, bilet almak iktiza eder ama evvela ilhamın alındığı kitaba; o ince, inceliği oranında inceliklerle dolu kitaba en azından şöyle bi göz atmak gerekir. Neyse uzatmanın anlamı yok. Şimdilik fragmanıyla idare edin ve canınız isterse 19 Ekim 2012 tarihine kısa bir hazırlık yapın. İyi seyirler…   [pro-player width=’530′ height=’253′ type=’video’]http://www.youtube.com/watch?v=SZwVCXFBi_M[/pro-player]

Sevda Hikayeleri…

Ezelde ebede dair bir söz verdim. Ne istersin? dediler. Evet uzun uzadıya düşünemedim, ne cevabımın sonucunu kestirebildim ne de nedenini bilebildim. İsmini söyleyemedim, cismini tarif edemedim belki ama bir ateş var ya dedim, hani şu Kaf Dağının ardında, onu isterim…  O ateşi zapdedemezsin. Avucunda tutamaz, köşeye iliştiremezsin dediler. Ben dedim inatla. Ben o ateşi istiyorum. Ne yapmam gerekir diye sordum hırçınca, hırsla, inatla… Yüreğini açmalısın dediler,  yüreğine koymalısın… Tamam dedim, tamam koyarım o ateşi yüreğime, en derinliklerine… Yanarsın dediler,  için için yanarsın, kül olur tekrardan yanarsın… Duymadım bile, ben hep o ateşi istedim. Kaf dağındaki, Anka’nın kucağındaki… Anka Kuşu’nun kanatlarında, bir melek suretinde sundular… Belki Pervane misali yanmak düşmüştü bahtıma. Ama ben söz vermiştim bir kere ezelden ebede… Gözün gözüme…