En çok Barbaros Bulvarı’nı severim ben. İddiasızdır çünkü, sonu denizdir ya; belki de ondan. Bilmiyorum. Genelde sonu belli olan şeyler sevilmez, ben Barbaros Bulvarı’nı en çok sonunu bildiğim için severim. Erkek semtinin en narin kesimi da o sonudur işte. Arkanıza otobüs duraklarını aldınız mı, kalabalık sırt çevirmiştir artık size. Farzedin ki; tutuyor birisi ellerinizden, o vapur sizin için bekliyor demektir. Ve o vapur hep ikinizi bekler zaten, boşaltır gelir kalabalığını yine bekler. Bekletmeyeyim dediğiniz an yalnızlık çarpar suratınıza çünkü tek kişilik bilet gerektir vuslata, ellerinizin boş olduğunu anladığınız an kalkar sizi bekleyen vapur. Yıkılan hayâllerinizden çok elinizin soğukluğunu hissedersiniz. İşte öyle bir şey…
Belki de yıllar sonra oraya hiç gitmemeliydim. Ama gittim. Mesela, gitmeseydim, hikâyem sıradan olmazdı. Ben sıradan hikâyeleri hiç sevmem zaten. Hep sıradan olan hikâyelerimi anlatırım o yüzden. Esasında ben, hikâyelerimi hiç sevmem. Ama Barbaros Bulvarı’nı çok severim. Bu kadar sevmeseydim gitmezdim belki. Ama gittim. ‘Niye’ diye soracaktım sadece gözlerinin içine bakıp. Hayâllerimde her ne kadar kadife sesiyle “özür dilerim” cevabını işitsem de hakikatte sırtımı dönüp gidecektim. Ama sırtımı dönüp gidemedim. Mesela sırtımı dönüp gitseydim garip bir hikâyem olacaktı. Ama olmadı. Yıllar sonra bir hikâye konusu etmeyecektim bunu. İşte öyle bir şey…
İlk defa ellerim soğuk, Barbaros Bulvarı’nı ters istikamette o gün arşınladım. Neden sonra ceplerimin zerzevat taşımak dışında bir işe yaradığını o gün anladım. Gamsız bir türkü kondurmak isterdim ıslığıma, yapamadım. Eğer yapsaydım, ellerim ceplerimde gerisin geri ilk vapura atlardım. Henüz kalabalığın akın etmediği vakit olduğundan aralarına da karışmadım. Başımı sağa sola çevirmeden yürümeye başladım. Mesela başımı sola çevirsem, âdetim olduğu üzere Çarşı’ya bir selam verir, bir sıcak çay ile ısıtırdım içimi. Onu da yapmadım. Eğer yapsaydım, geç kalırdım. Mesela geç kalsaydım, bu hikâye bir garip olurdu, ben de anlatmazdım. İşte öyle bir şey…
Yıldız’ın kapısı birkaç adımlık bir yer… Her geleni dikkatle süzmenin manası mı var? Ama süzdüm. Eğer süzmeseydim, cisminin de değişmiş olabileceğine ihtimal vermiyor olurdum. Saçlarını boyatmıştı belki, belki kafasına bir bere geçirmişti. Hâli değişenin, cismi de değişebilirdi. “Niye” sorusu bir saç boyası yüzünden riske atılamazdı hem. Hem benim sırtım da aynıydı. Demek ki mesele yoktu. Mesele yokluğundaydı. Yoktu. Belki o gün dersi yoktu. Ortada garip bir durum da yoktu, eğer olsaydı ben zaten bu hikâyeyi anlatmazdım. İşte öyle bir şey…
Ertesi gün de gelmedi. Eğer gelseydi, sırtımı dönecek takatim de yoktu zaten. Gelmediğinden döndüm yüzümü denize, ellerim ceplerimde, ıslıksız indim Barbaros’u. El ettim bekleyen vapura. Orasını geçelim çünkü garip bir hikâye… İşte öyle bir şey…
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Eğer bilseydim, Yıldız’ın önünde bekliyor olurdum hâlâ. Beklemeyi bırakmam gerekti. Gri şehre kapattım kendimi. Eğer kapatmasaydım, arkamdan konuşmazdı kimse. Sanırım ben de kendi kendime konuşmayı bırakırdım. Mesela, kendi kendime konuşmayı bıraksam, o gün aniden ODTÜ’ye adım atmak istemezdim. Ama kendi ellerimi tutarak yerleşkenin 4 numaralı kapısına yöneldim. Eğer kendi ellerimi tutmasaydım, otobüse atlar giderdim, garip bir hikâye cereyan ederdi, ben de şu an bunu anlatıyor olmazdım. İşte öyle bir şey…
“Oğuz” seslenişini o kadife sesten duyduğumu hayâl etmesem arkama dönmezdim. Eğer hayâl olsaydı, ilk otobüsle İstanbul’un yolunu tutardım. Ama tutmadım. “Özür dilerim” dedi sonra, sırtımı döndüm. Eğer gözlerim yaşarmasaydı, sırtımı dönmezdim. Mesela dönmeseydim sırtımı, her şeyi geride bırakıp sımsıkı sarılırdım. Hikâye garipleşirdi. Ben bunu anlatıyor olmazdım. 100. Yıl yokuşunda koşarak, tık nefes indim. Sanırım çok ağladım. “Niye” ağladım? İşte öyle bir şey…
Not: Hikâyede ismi geçen yer adları, kişiler ve kurumlar tamamen hayâl ürünüdür. Gerçekle hiçbir alâkaları yoktur.