Penceresinin önündeki çam ağacının dallarının arasından ay ışığını seyrediyordu. Çok uzaklardan gelen zayıf siren sesi, odasına belli belirsiz giriyordu ama düşüncelerinden kopmak için ihtiyaç duyduğu dikkat dağınıklığının tecessüm etmesine kâfi değildi. Yazmak ona şifa veriyordu. Fakat yazmak onu eritecek derecede yoruyordu da. Siren sesleri kesildi. Kendisini her şeyiyle bıraktı.
“Bir hikâye yazmalıydım” diyordu
“Göğün, ince ince döküp de yüksek sıradağların kuytularında değdirdiği yerde bembeyaz biriken karların hikâyesi.
Esasında daha çok yılın dört mevsimi, dört mevsimin on iki ayı, on iki ayın her günü doğup da o kuytularda biriken kara, ışığını ve ısısını ulaştıramayan güneşin de hikâyesi.
Kışın bembeyaz ekilen karın, pınara su olarak yürüdüğü baharın hikâyesi aynı zamanda.
Bahar yağmuru sonrası yaylaya mantar toplamaya çıkan ve zirvedeki bembeyaz karı, usandığı kıştan dolayı umursamadan ezen köylünün.
Yaz sıcağında kurumuş pınarın başında, susuz kalan dudaklarına çare ararken, güneşin giremediği o kuytuya girip de güneşin değemediği birikmiş karı, bir kovaya doldurup söğüdün gölgesinde katık ettiği pekmezin hikâyesi.
Bütün bu hikâyeleri başlatabileceğim bir yer var. Kar yağmadan önce kuru ayazın yumuşaması mesela. Bu biraz da ölmeden evvel gelen canlılığa benzer hep zihnimde. Ya da pınara dağın altından su olarak yürümeden evvel karın erirken çıkardığı ses. Hiç ses çıkarmadan eriseydi karlar, baharda hıçkıra hıçkıra akmazdı sular. Sonra soğukta patlayan güneş enerjisinin, günlerce evinde mahsur kalışının ya da zatürre olup sabaha kadar böğüre böğüre öksürmesinin bıraktığı lekelerle yaylaya çıkan köylünün hıncından başlanabilirdi. Hiç olmadı, yazın batan güneşin söğüdün yapraklarını pırıl pırıl edişinden başlardım.
Bütün bu hikâyelerin bir başlangıcı var. Belki esas olan yerin öncesinden başlar, belki de sonrasından ama en nihayetinde başlar bütün hikâyeler bir yerden. Ömrünce zihninde suret ve siret biriktiren insan, kendi hikâyesine nereden başlar. Doğum değil, ölüm belki. Çünkü çoğu hikâyenin ana karakteridir ölümün bıraktığı boşluk. Varlıkla tekâmül eden karakter olduğu gibi, bir yokluk üzerine inşa edilen karakter de vardı. İnsan bilir aslında, varlığıyla veya yokluğuyla, kendini neyin kısalttığını ya da uzattığını.
Benim hikâyemin bir başlangıç noktası var mıydı peki. Bulamıyorum. “Hüsn-i sûret kâbiliyyet-i sîrete alâmettir” demiş diyen. Yüzüme baktım bir hikâyeye girizgâh bulabilmek için. Kaldırım kenarında bir ceset olarak kalışım geldi aklıma. Yüzüm, yüzümde bir lekeydi o an. Yağmur dövdükçe dövdü yanağımı. Yüzümü, yüzümden döküldü zannetmiştim. Duruyor yerinde. Ne acı, insanın yağmurla yüzünün yıkandığını bilmeyişi.
Evet, benim hikâyemin bir başlangıç noktası var mıydı peki. Bulamıyorum. Ama bir bitişi var. Ya da bitiş şekli. Bunu biliyorum. İnsan kendi hikâyesinin ne şekilde biteceğini hep yanında taşır çünkü. Belki ümit, belki umut, tedirginlik, korku ya da sıkıntı. Çünkü hayat, şaşırtıcı sonla biten bir film değil. “Nasıl böyle biter bu film” dediğinizde, sizi alıp filmin ortasında küçük bir detay olarak gösterilen, bir an, olay ya da herhangi bir şeyi barındıran sahneye geri götürmek diye bir şey de yok hayatta. Kime ya da neye güldüysen, sövdüysen, karşı durduysan, kızdıysan, muhabbet beslediysen onu taşıyorsun yanında. Neyi savunduysan o geliyor hep seninle. Önünde bir yol ya da ayağında bir ip olarak. Neyin sevincini yaşadıysan ya da neyin ıstırabını, hep onlar işte senin yüzün. İnsan, beynindeki urun da kalbindeki nurun da nasıl oluştuğunu içten içe hep bilir çünkü.”
Odayı dolduran gecenin serinliğiyle üşüdüğünü fark etti. Pencereyi kapattı ve yazmaya başladı.
Kendi hikâyesine başlangıç olarak hikâyenin sonunu seçti.
“Beynimdeki bu urla değil, kalbimde bir mermi çekirdeğiyle ölmeliydim ben.”
İnsan kendi hikâyesinin ne şekilde biteceğini hep bilir çünkü.