İçeriğe geç

HOCA

Hepimizce malum olan derneklerin, malum ortamlarında tanıdım O’nu. Akademisyen, bürokrat tebanın çevresinde bilmem kaçıncı kez devlet kuran dernek başkanının, büyük lafları arasında, kibirli bakışların uzağında; çay ocağının bir köşesinde gördüm. O gün, ”kimsin sen?” sorusunu, onlarca kişinin arasında sorabilecek tek kişiymiş gibi geldi bana. Arkadaşlığımız, dostluğumuz, hoca-öğrenci ilişkimiz o soğuk binanın daha da soğuk ortamındaki sıcak bir tebessüm ve demli bir çay ile başladı.
Orta halli bir Anadolu kentinin, orta halli bir hocasıydı. Üniversitede okutmandı. Hem o üç dört harf ile kısaltılan ünvanlardan uzak, hem de bir bakıma akedemisyendi.
Hiç vatan kurtardığını görmedim, hep öğrencilerini kurtarır; bir de Kerkük’ü, Doğu Türkistan’ı. Bürodan bozma, öğrencilerini topladığı, bolca tavla oynadığı ve her daim çay demlediği 20 metrekarelik odada, Al Bayrak, Gök Bayrak ve Türkmeneli Bayrağı hep duvarda asılıydı. Bu odada bu üç şey haricinde mütemadiyen her şey değişirdi.
Günün birinde kapıyı çaldığınızda, hiç tanımadığınız biri açar kapıyı, hocayı sorarsınız. ”Gelir birazdan” der, içeri buyur eder. Duvardaki kimi yarım, kimi tamam resimlere, boyanmış toprak tabaklara anlam veremezsiniz. Bayrakları görünce rahatlar ama şaşkın halinizi üzerinize atamazsınız. Sonra hoca gelir, heyecanlı heyecanlı anlatır. Hafta sonu öğrencisini ziyarete komşu şehire gitmiş, bu gençle tanışmış. Çok güzel resim çiziyormuş, hele o toprak tabaklar üstüne bir çini işliyormuş ki… Elinden tutmalıymış, çocuk garibanmış, kimsesizmiş… İtiraz etmenize izin vermez, o an gözlerinin içi vatan olur. Eğer becerebilir de görebilirseniz, ne ırmaklar akar, ne dağlar yükselir o gözlerde.
Bir gün kapıyı çalarsınız duvarda sadece bayraklar vardır. ”Hocam noldu resimler?” susar kötü bir şey söylemez. Biz biliriz ama ya iyi bir iş bulmuş çekip gitmiştir, ya da… Hocamızın edebindendir susalım. Hafta da bir uğramak adetimdir. Çay içer, tavla oynar, nefeslenir idim.
Kabak kemane sesi ile açılmışlığı da vardır o kapının. Hoca sus işareti yaptı, geçtim köşeye oturdum. O kadar ahenkle dinliyordu ki, çayı karıştırmaya hicap ettim. Duvarlarda saz, ney, kanun bir de bayraklar. Gözleri gene vatan olmuş hocanın. Bu genç de güzel sanatları yeni bitirmiş, evlenecekmiş, iş lazımmış. Burada özel ders verecekmiş, arkadaşları da varmış .Müzik önemliymiş, kültürün temeli imiş. Hocanın gözleri ırmaklar, dağlar, bozkırlar… Allah var üç, dört ay iyi müzik dinledik. Bir gün o genç de gitti, sormadım. Gene hoca, ben ve bayraklar kaldık.
Hocanın öğrencisi isen her an hazır olacaksın. Mesela gecenin on ikisinde karısının beğenmeyip değiştirdiği acer koltuk takımlarını atmaya kıyamayan dava adamı bir abimizin, koltuk takımlarını garibanın birinin evine taşıma işi olabilir. Ya da sabahın yedisinde Kerkük’ten gelen Türkmenler’e kurban keserken, kurbanın bacağından tutarken bulabilirsin kendini.
Rektörlük binasına giderken bahçıvan veya rektör ile sarılışı arasında fark göremezdiniz. İnsanları iyi ve kötü diye ayırırdı sadece.
Allah var ben hiç yorulduğunu görmedim hocanın. Kaç edebiyatçı, kaç doktor, kaç neyzen, kaç mimar geçti o odadan. Ne hayaller canlandı o gözlerde.
Gün geldi mezun olduk her öğrencisi gibi. Ne zaman umudumu yitirirsem, bayrak arar gözlerim. Sonra gözlerini hatırlarım hocamın, ırmakları, dağları, bozkırları…