Bu ülke sadece bizim neslimizin ilk hatıralarının kaydedildiği demlerde mi yangın yeriydi? Değildi elbet. Ancak bizlerin geri döndürülemez, bilinçaltlarımıza yerleşmiş acıları bütün nesillerden daha fazlaydı çünkü biz küçücük ellerimizi yumruk yapıp sıkmayı, en tabii hakkımız olan ağlamaktan kaçınmayı televizyon karşısında öğrendik.
Bütün nesiller, gelişimlerinin o en önemli dönemecinde, kelimeleri yan yana getirmeye başladığı, iyiyi ve kötüyü ayırt etme kabiliyetine yavaş yavaş sahip olduğu zamanlarda bilinçaltlarına çok şey borçludurlar ya da ben böyle düşünüyorum. Bizim neslimiz dışındaki hiçbir nesil, kendi şahit olduklarından başka bir acıya bilinçaltlarında yer vermediler. Ama biz kaçamadık bundan.
Küçük bir çocuk hayâl edin. Televizyon karşısında oturuyor. Muhtemelen hayâlinizdeki o çocuk, çizgi film izliyor. Ben de izledim elbet, mesela Pazar sabahının en erken saatlerinde televizyon bana rezerve edilmişti. Hâlâ akranlarımla “ulan ne güzel çizgi filmdi” diye muhabbetine başladığımız olağan hatıralarımız oldu. Ama, aması muamma…
Şimdi hayâllerinizde, ekran başında çizgi film izleyen o çocuğun aslında ne izlediğini anlatacağım size. Dinleyin. Hayâllerinizi tazeleyin, o küçücük çocuğun elleri yumruk, gözleri yaşlı, vakur hâlini getirin gözlerinizin önüne. Yangın yerinden ne kastedildiğini daha iyi anlayın.
Ağlayan çocuk görüntüleri… ‘Katliam’ diye haykırıyor birisi, annem ağlıyor, babamın gözleri yaşlı. Bomboş binalar görüyorum, yıkılmış çoğu, “babası ölmüş mü bu çocuğun, baba?” sorusunu soran masum benim. Kaç çocuğun babası ölmüş, bir bilseniz, biliyorsunuz gerçi. Bosna Katliamı’ndan bahsediyorum. Bu görüntüler geceler boyu tekrar ediliyor, her gece rüyalarımda evimizi bombalıyorlar, sıkılan silah sesleri kulağımdan, dökülen kan görüntüleri gözümün önünden gitmiyor. Alt üst oluyor küçük bedenim, anlam veremiyorum. Hele hele öldürülen o çocuğu kendim zannediyorum. Çoğu gece, beni öldürüyorlar, kurşun kadar ağırlaşıyorum.
Bütün çocuklar korkar. Kimisi cinlerden, perilerden, yaratıklardan korkar, kimisi karanlıktan. Kimisi tank sesinden korkmuştur. Ancak ben hep silah seslerinden, bombalardan, patlamalardan korktum. İnsan bilmediğinden korkar derler ya, ben bildiğimden korktum. Bombayı görmeden, silah sesini duymadan bildim. O sebepten diyorum, bütün nesiller ancak şahit oldukları, ulaşabildikleri muhit kadarıyla bilinçaltlarını kurban ettiler. Biz bütün dünyanın acısına kurban ettik psikolojilerimizi. Kötülüğün Kırmızı Başlıklı Kızı kandıran kurttan daha korkutucu bir şey olduğunu biliyorduk, kimseler kandıramazdı bizi ve biz o hızla büyüdük.
Babamın bildiği memleketlere cenazeler kaldırılıyordu aynı demlerde. Bahsi geçen memleketleri babamın biliyor olması cenazeleri tanıdığımız anlamına geliyor, öyle düşünüyordum. “Güneydoğu” lafı geçiyor üç kelimeden ikisinde, “baba” diyorum, “ben küçükken biz de oradaydık değil mi?” Hatırlamadığım zamanlarda ayak bastığım topraklar sarsılıyor. Yine bir çocuk ağlıyor, annem bana sarılmış, “şehidimin çocuğu” diye ses veriyor ekrana, ekrandaki çocuk selam duruyor. Ve biz, ekran görüntülerinin değiştiği hızla büyüyoruz. Şöyle okkalı bir küfür savurmaya yine en çok ihtiyacımız olan zamanı anlatıyorum ancak ben henüz o zamanlar küfür etmiyorum. Ekran görüntüleri o kadar hızla değişiyor ki, ülke hızla özgürleşiyor. Küfür etme alışkanlığını kazandığımız hızla…
…
(Üç noktanın hikâyesini bilenler bilmeyenlere anlatsın, bir anlam daha ihtiva ediyor elbet, yazı devam edecek. Baki muhabetle…)