İçeriğe geç

Hikâyenin “Büyüklüğü”

*kekeme IX

“Acılar da bazen isyan ettirir bazen boyun eğdirir.

Biz isyan edenlerin yolundan boyun eğerek yürümeyi seçtik.”

Uzandığım demir ranzada, okuduğum kitapların sesini işitirdim. Konuşurlardı, seslenirlerdi. Çelimsiz vücuduma tenezzül etmezlerdi ama ruhumu alır gezdirirlerdi. Camdan gelen ışık, cümlelerin üzerine düşünce, bende yeni bir dünya doğardı. O camdan öyle çıkardım işte. Şimdi o demir ranza beynimin içinde gıcırdıyor. Gezdiğim dünyalar, gözlerimde kan çanağı olmuş.

O dünyalarda, o ranzanın durduğu zamanda güzel olan ne vardı bilmiyorum ama içimde hep bir güzelliğe kıyısından köşesinden yetişmişiz hissi var. Yetişmişiz. Yani farkında olmadan yaşandığından dolayı -miş’li geçmiş zamana dönen bir zaman. Yavan bir tat ile karşılaştığımızda kaybettiğimiz o tadın, esasında damağımızda yıllardır asılı duran bir tat olduğunu anladığımız an. En çok da canımızı bu damakta kalmış tat sıkıyor ya zaten. Balın, sütün ve kuş sesinin Allah’ı hatırlattığı anlar. Kahrolası hatıralar, çıktıkça çıkar.

Büyük hikâyelerin içine doğduk biz. Zannettik ki o hikayeler bizi de büyütecek. Yok aslında öyle değil. Biz kendimizi büyük zannettik. Hatta hikâyelerin büyüklüğünü kendimizden bildik. “Biz olmasak böyle bir serüven de olmazdı” dediler. Krallar öldü, ejderhalar öldü, aşkının peşinden giden delikanlı öldü, güzeller güzeli kız öldü. Hikâye kaldı. Hikâye kalınca, herkes o yaşanmışlığa kendini kahraman olarak yamadı. Kafaları rahattı çünkü hiç yaşanmamış bir şeyin şahitsiz oluşu güven veriyordu. Biz boynu eğik figüranlardık. Boynumuz eğik olduğu için mi figürandık yoksa figüran olduğumuz için mi boynumuz eğikti bilmiyorum ama sırtımızdaki kambura “bunlar bu sırtta güzel durur” denilerek hikâyenin sorumlulukları, düşmeyecek şekilde yerleştirilmişti. Şimdi herkesin figüranlıktan yüz çevirişi de bundan olsa gerek.

“İnsan kendini kime ne olarak bırakacak?”

Bunları geçelim. Zira sandık açılır ve herkes bir şeye sarılır. Kimileri kavga ettiğine sarılır; yani erkek babasına, kız ise anasına sarılır. Kimileri de dokunuşa sarılır; arkası işlemeli aynaya, tespihe, durmuş saate, mutlu fotoğraflara, daktiloya, örgü yeleğe, eskinin kokusuna sarılır…

Karın buza çevirdiği bir sabahın ayazında düştüm işte böyle. “Buzdandır” dediler. Yokluğa takılıp da düştüğümü görmediler. Gidenlerin ardından doldurulamayan ve büyüyen o yokluk… Yerdeyken yüzüme vurdu ölüm. Müstakbel ölümlerin habercisi, meçhul ayrılıkların provası bir ölüm. Kimse bana, hayatın başka bir hayata bağlanarak devam edebileceğini söylemedi. Yitip giden her şeye rağmen kalanlara nasıl ulanabileceğimi öğretmediler. Geçmiş, hep bir toprak gibi kürek kürek üzerime atıldı, belki filizlenirim diye. An’ı layık göremem de bundan olsa gerek. “Zamanın farkında”lığını şimdi anlıyorum. Ne fena; insanın kendine şahit olamayıp, kendini kendisine rivayet edişi.