İçeriğe geç

Hiç Anlatılmayan Masallar Adına

*kekeme VIII

“Sen artık bu şarkıyı duyamazsın.

Su boyunca yüzüp gittin çocuğum. Kendi efsaneni de alıp götürdün.”

Yürüdüğümüz yol “geniş ve ferahtı.” Bizi bir başka feraha götürecekti. Her şeyin halledilebilir, her kötülüğün düzeltilebilir olduğuna dair inancımız vardı. Yol uzayınca kimimiz müsaade istedi, kimimiz ise “bir şeyleri unuttuğunu” söyledi. “Siz devam edin, ben yetişirim” diyerek döndü. Sonra yolun yokuş olduğu yerlerde, kimimizin hiç bilmediğimiz hastalıkları nüksetti. Kimi de “bunun ardı yokuştur” diyerek hırslandı. Sonra tek diye çıkılan yol, yollar oldu. İçinden çıkılamaz bir hale geldi güzergâhlar.

“Sizi, hiçbir şeye tutunmamak ayakta tutacak” dediler, tutunmadık. “Ama böyle de düşersiniz” dediler. İlk can tatlılığı orada geldi. Ama nasıl tatlı. Dizlerimizin kanamasından korktuk. Herkes bir sebebe tutundu. Sonra “her sebep geçerli değildir” dediler. Korku ve endişeyi göğsüne jiletle kazıyan, güvenemeyen ve güvenilmeyen insanlardık artık.

İlk başlarda, yanlış bir şey yapmasak da yanlışa mukabil kayıtsızlığımızın, yanlışı daha çok büyüttüğünün farkında değildik. Bekliyorduk, bizim de zamanımız gelecekti. Şimdi sırası değildi, bekliyorduk. Neyin sırası değildi yahut biz ne sırasındaydık, bilmiyorduk ama adımız okunacaktı muhakkak. Bekliyorduk. Beklemenin, olmuş ve olacak olan kötülüklere zaman tanımak olduğunu bilmeden bekliyorduk.

 Her şeyin bir plan dahilinde olma ihtimali bizi insanlıktan çıkardı. Herhangi bir yerde, herhangi birilerinin kurduğu bir oyuna alet oluruz, hiç görmediğimiz o ateşe odun taşırız, hiç bölmediğimiz o ekmeğe yağ süreriz ihtimaliye bütün cümlelerimizi yuttuk. Toz duman günlerde zannettik ki ferasete tutunduk. Ama elimiz hep necaset. Kirini sildiğimiz giysiler üstümüzde. “Olur o kadar” dediler. “Peki olsun bu kadar da” dedik. Ellerimizin titreyişini yeni bir heyecana yorduk. Tuttuğumuz bardaklar düşüp kırılıyordu hâlbuki. İnsanın tanınmaz bir hale gelişi de ellerinden başlardı. Biz bunu bilemedik.

Tanınmaz bir hale gelmekten çok kimlere ve nelere benzediğini bilememek insanı kahrediyor. Suratımıza bakanın bizde ne gördüğünü bilememek… Kavgada yenilmesin diye kulağı ve kuyruğu kesilen köpek belki… Zaten böyle yenilmemek için kendini budamakla başlamıyor mu insanın da köpekliği? Böyle takmadık mı biz bu tasmaları.  Bir deftere dönüştük belki de. “Yapılan bu kahpeliği unutmayacağız” diye diye bütün kahpeliklerin anı defterine… Sayfalarında lekeler… Neye dönüştük Allah’ım biz!

Hiç kimseye anlatmadığın o masalını bildiğin gibi biliyorsun sen de çocuk. Biz o sofraya ne yiyeceğimizi bilerek oturduk. Senin yaşayacağın hayal kırıklığını bile bile. Kutsallığını anlattığımız o beyaz geyiği biz kestik. Derisini biz yüzdük. Tevillerle onun kesilmesi gerektiğine yorduk her şeyi. Yiyebilmemiz için sarhoş olmamıza gerek yoktu. Zerre kadar yürek daralması yaşamayan göğüslerden çıkan kahkahaların doldurduğu o sofraya biz, ne yiyeceğimizi bilerek oturduk.

Biz, hep kirlendikten sonra girdiğimiz o suyun, getireceği temizliğe ve sekînete güvendik. Halbuki o suya temiz gitmek gerekirmiş. Bilmiyorduk. Sen, kalbine ağır gelen her şeyi reddedip de bir balık olmak için girdiğinde, suya verdiğin duruluktan anladık. Tertemiz akıp giden o akarsudan başka göğsüne yatacağın kim kaldı ki zaten.

Hep sen geliyorsun aklıma işte böyle. Bu düşüncelerin, son vuruşu olarak göğsüme çöküyorsun. Bizim de bir vakit içine doğduğumuz o temizliğin, bugün hâlâ yüzümüzü kızartan tedaisisin. Âh be çocuk! İyi ki senin bir ismin yok. Çünkü yeryüzünde kirletilmemiş bir isim kalmadı sana. Her isim, artık kötü bir simayı canlandırıyor zihnimizde. Nasıl utanıyorum senden.