“bir evde yaşayın/ o ev asla çökmeyecek”
Gladyatör filminde Sezar; “bana evinden bahset Maximus” dedikten sonra “toprak karımın saçları gibi kapkara” diye başlar Maximus ve uzun uzun anlatır. Ardından Sezar “uğrunda savaşmaya değer bir yuvan varmış” deyip Roma’nın koruyuculuğunu teklif eder. Evin kelime olarak kira ödenen bir barınaktan ziyade yuvaya, yani insanın iyisiyle kötüsüyle yetiştiği tüten bir ocak anlamına bürünmesi memetik bir aktarım mıdır bilinmez ama pek çok kültürde coşkusuyla veya travmasıyla aynı şeyi çağrıştırır. Bunun yanında dört duvardan çok fazlasıdır ev. Zira Maximus’un da evini tarife, toprağın rengi ve karısının saçlarının özdeşliğiyle başlaması ve bunun savaşmaya değer görülmesi boşuna değildir.
Ev bazen de insanın kendisi olur. İnsan, içinden çıktığı evi, iyi ya da kötü anılarıyla, çatılan kaşlarıyla, örülen saçlarıyla, kapanılan odalarıyla, yumruklanan duvarlarıyla, bayram sabahlarıyla, kurulan sofralarıyla ya da hiç kurulamayan sofraların hayaliyle bir kaplumbağa gibi hep sırtında taşır. Ne zaman bir tehlike görse kafasını kabuğuna çeker. Güneşi görünce kabuğundan çıkar. İnsanın, kendisine o haliyle ağır geldiği olur. Oraya saklanmak da orayı sırtında taşımak da yorar. Uğruna savaşılacak ev, insanın kendisiyle doğası arasına sınır koyan, yakılması ve izlenilmesi gereken bir konfor alanına dönüşür. İşte o zaman evini terk etmesi salık verilir insana. Çünkü evin salt huzur veren anlamı, kişiyi tanımlayan, sınırlayan bir hüviyete bürünmüştür. Yazarın “İnsan ara sıra evini yakmalı ve çıkıp seyretmeli” sözü de buna mukabil olsa gerek.
Ben evin önce ne olduğunu öğrendim. Zira babam, yoksulluğuyla, mücadelesiyle, kayıplarıyla ve en nihayetinde bir yuva kurmasıyla yetiştiği evin timsaliydi benim için. Birgün yaylada bir yıkıntının önüne götürdüğünde beni, o yıkıntıyı zihnimde, bir yanda yatak, diğer yanda bakraçlar, sahanlar, tuvaleti dışarıda tek göz odalı bir eve çevirdi. Ve elimi sıkarak şöyle dedi babam; “bak oğlum, bu evde içli bir türkünün içi var.”
Maximus, insanlar ve babam; herkes yetiştiği ev ile müşahhas olmuş esasında. Kimine Roma’nın koruyuculuğunu reddettiren yuva, kiminin yakmak için fırsat kolladığı benliği, kiminin de ara sıra dinlediği özlem dolu, acıklı, nostaljik bir türkü. Küçük bir çocukken bir yıkıntının önünde başlayan evin ne olduğu sohbeti, on dört yaşında evimden ayrıldığımda bir soruya dönüştü benim için. İzinli çıkmak için fırsat kolladığım evimdeki yatağım, yirmili yaşlarımda yadırgadığım ve uyuyamadığım bir kütleye dönüştüğünde ise evimin neresi olduğu sorusuyla muhatap kalmaya başladım.
Ev, kendimi sadece mutlu hissedeceğim bir yer olmaktan ibaret değildi sadece. Aynı zamanda hiçbir soruya maruz kalmadan mutsuzluğumu da yaşayabileceğim bir yerdi. Dışarının gürültüsünden kaçıp, kendi gürültüme dönebileceğim ve o gürültüdeki sesleri tek tek ayırt edebilene kadar dinleyebileceğim yer… Modern zamanlarda ev bir kaçış yeri, istirahat etmek için soluklanılacak bir gölge olmaktan öteye de gidemiyor maalesef. O yüzden bu çağda toprağının renginden başlayarak tanımlanabilen bir yer olamıyor ev. Ne yakıp seyredebilecek cesaretim ne de bir yıkıntıdan türkü damıtacak ferasetim var. Gelgelelim bu vaziyette bile benim için ev, gittiğim her yerden dönmek istediğim yerdir hâlâ.