İçeriğe geç

Endişesizler

Cenazede saf tutmuş, namazı yanlış kılmamak için gözlerini bir sağa bir sola çevirerek etrafını kontrol ediyordu. Bir an evvel çıkmayı düşünüyordu. Aklı, avlunun dışındaki tezgâhta gördüğü kavunlarda kalmıştı. “Kavunlar da iyiye benziyor. Zaten yandık öğlenin sıcağında, şöyle iyilerinden götürüp kesip buzluğa atacağım hemen.” diye düşünürken birden sorulan soruya “helal olsun” diyerek katıldı.

Ölüyle arasında iki saf varken, ölümle arasında fersah fersah uzaklıklar vardı.

Tabut başında kavun kokusu almanın hayata sıkı sıkıya sarılmakla da bir ilgisi yoktu bu adam için. Kendisi ve arkadaşları ölmediği sürece bütün ölüler ehemmiyetsiz ve normaldi. Bencilliğinden değildi asla bu düşüncesi. Mutluluk ya da acı verici vakalar kendisiyle etkileşime geçmeden, bunların muhakemesini yapma ihtiyacı duymazdı. Bi’nevi o pırıl pırıl zihnini bunlara yormazdı. Kendisini, kendisinden başka hiç kimsenin yerine koyamamak en büyük becerisiydi.

Kafanızda, gevşekçe sırıtan bir robot resim çizilmeye başladıysa derhal silin, yanlış yoldasınız. Çünkü güzel bir espri yapılmadıkça gülmezdi bu adam. Espri konusunda seçiciydi. Ciddiyeti, işlerindeki lakaytlığı örterdi. Öyle ciddiydi ki, hiç konuşmasanız, ömür boyu iç karartıcı ve korkunç bir adam varmış ön yargısıyla kafanızda yer ederdi silueti. Bu ön yargıyı da silin kafanızdan. Çünkü muhabbet ehli insandı. Sürekli topluma faydalı olduğunu düşündüğü küçük işlerin erbabıydı.  Ufak bir taşı kenara attığında, dağı tekmelemiş gibi vakur gezerdi. O küçük taşı kenara almakla bütün dengeleri korumuş ve bütün felaketleri önlemiş hissederdi kendini.

Her şeye kızgın, herkese öfkeliydi. Ondan başka kimse uyulması gereken kurallara uymuyordu, kendisinin uymadığı kurallar ise çok manasız kurallardı. Hataları olduğunun bilincindeydi ama onları da nazarlığı olarak kabul ederdi. “Ben bu yanlışı yapıyorum ama o kadar bilinçliyim ki siz aynı yanlışı yaptığınızda, o yanlışın doğacak olan ve karşı koyamayacağınız sonuçlarını ben öngörebiliyor ve önleyebiliyorum” düşüncesiyle yapardı yanlışını da. Ona göre insanların bir yanlışı bütün doğruları götürürken, onun bir yanlışı müthiş tecrübelerdi ve hayatta olurdu böyle şeyler.

Yapılacak bütün işlerde rahat davranıp, geç kalınmaması gereken her yere ağır adımlarla yürürdü. “O iş, bizim işimiz” şiarıyla bütün işler onun işiydi ama yarım, ama yamalak.  Arkadaşlarıyla her gece sabahlara kadar geleceğin inşasına dair güzel planlar yaparlar, yeminler ederlerdi. Erteleyecekleri alarmları kurarlar ve sonra akşam ezanına kadar uyurlardı. Bir şeyi konuştuklarında o şeyi yapmış sayıldıklarına dair kutsal inançları, onu ve arkadaşlarını diri tutuyordu.

Kızgınlığından, nasibini almamış kimse kalmamıştı hemen hemen. Nice sultanlar, krallar, komutanlar, generaller, hocalar, ilim adamları, hatta ilmin kendisi de dâhil. Küfürlerini yememiş şair ve yazar nadirdi. “Bunu ben yazsam söverdiniz” deyip alay ederdi şairlerle ve yazarlarla. En çok inandığı fikirler, okuduğu son kitap ne anlatıyorsa oydu. Romanların tasvirinden, şarkıların nakaratlarından, pastanın kremasından, böreğin yufkasından, çorbanın sıcağından, yazın evine giren güneşten, kışın doğmayan güneşten, yazın gelmeyen serinlikten, kışın bitmeyen ayazdan şikâyetçiydi. Yine de bazı şairler zulada dursun isterdi, “beş para etmez fikirlerini” beğenmese de bir gün lazım olur da bir mısrasına tutunurum ihtiyatıyla.

Gövdesini, kusurlarını saklar gibi saklarken, gövdesinin iki katı büyüklüğündeki gölgesine itimadı tamdı. Canının tatlılığından kavgaya girmezdi ama insanların neresine vurulması gerektiğini bilirdi. Yumruğunu hiç sıkmadı, yüreğinin büyüklüğünü öğrenmekten korktuğu için. Konuşmadı ama bir gün, herkesin sözü tükendiğinde, onun cümlelerine ihtiyaç duyacaklarına inandı. Aslında yazsa çok güzel yazar, koşsa çok güzel koşar, düşünse çok güzel düşünür, sevse çok güzel severdi. Ama “-se ve –sa” ile o dopdolu ömrüne teselli bulmak ona yetmişti.

İnsanlar güvenilmezdi, insanlar ahlaksızdı, aptaldı. O, bu kadar rezilliğin içerisinde dupduru kaldığını düşünüyordu. Kendisi gibi olmayanların iyi olabileceğine inanmazdı. Varsa öyle dört dörtlük birisi, kesin bir gün bir sinsilik edecekti. O gün hiç gelmezse ve bir sinsilik vuku bulmazsa eğer  o insanın dört dörtlük şahsiyetinde kesin bir samimiyetsizlik vardı. Ama insanlar bunu göremiyordu. Göremezlerdi de zaten. Dedim ya; ona göre onlardan başka herkes aptaldı. İnce görüşe, falsolu ferasete, o ve onlardan başkası sahip değildi.

Bir elinde kavun bir elinde dondurma ile evine döndü. Kavunu kesip dilimledikten sonra dondurma ile beraber buzluğa attı. Kitabını aldı, “neyse kavun yedikten sonra okurum” dedi. Dün geceki konuşmaları zihninden geçirdi. “Güya bugün buluşup dünkü programı netleştirecektik” diye içinden geçirdi. Sonra sigarasını yaktı “neyse” dedi, “neyse iyi oldu, bu sıcakta da hiç çıkasım yok, inşallah aramazlar” diye devam etti.

Kavun bitti, kitap hala açılmamış şekilde yerindeydi, telefonu ise hiç çalmadı.

O ve arkadaşları çok benziyorlardı birbirlerine. Zaten birbirlerinden başka da dost edinememişlerdi. Kim bilir; belki de keyiflerinin kaçmalarından endişe etmişlerdi. Can sıkıcı sorulardan, rahatsızlık verici sorgulamalardan ve zehir gibi eleştirilerden korkmuşlardı. Zaten bu kaygılarla, birbirlerine karşı sertliklerini hep saklamışlardı. Mermisi namluya sürülmüş silahları ise yine de her ihtimale karşı bellerindeydi. Şimdilik birbirlerinin arkasından ışık tutup, birbirlerine büyük ve övünebilecekleri gölgeler oluşturuyorlardı. Keşke görseniz onların bu hallerini, keşke. Nasıl da heyecanlanıyorlar, nasıl da sarhoş oluyorlardı.

Gördükleri herkesten sosyolojik bir tespit çıkarmaya çalışa çalışa, kendileri incelenmesi gereken numunelere dönüşmüşlerdi en sonunda. Konuşunca yapmış olan, yapınca ise halletmiş sayılan gizli bir örgüttü aslında bunlar. Bütün dertlerden haberdar ama dertlilik halinden bigâne insanlar topluluğu adeta. Örgüt, o kadar gizliydi ki; kendileri de habersizdi bu yapıdan. İsimlerini bile bilmiyorlardı. Endişesizlerdi… Gizli mutlu, gösteriş yaparcasına düşünceli görünümlü. Endişesizler…