İçeriğe geç

Deve dikenlerine inat!

Bir çocuk varmış… Bacağında kısa don, ayağında spor ayakkabılar… Öyle spor ayakkabı dediysek eskinin pahalı, bugünlerin ayağa düşmüş ayakkabılarından bahsetmiyoruz elbette. Öyle pazardan alınmış alelade ama bir o kadar da özel ayakkabılar onlar. Neyse efendim, çocuk elinde bir top, yüzünde gülümseme ile merdivenlerden koşa koşa iniyor.

1 saat sonra..

Çocuk elinde aynı top ve merdivenlerden çıkıyor. Bu sefer koşmuyor, adeta sürünerek çıkıyor merdivenleri. Yüzü yerleri süpürüyor derler ya işte aynen öyle bir halet-i ruhiye içinde. Bir terslik olduğu hem yüzünden hem kıyafetlerinden gayet iyi anlaşılıyor. Henüz üstü bile kirlenmemiş! Eve geldiğinde çamur, toz, toprak ile “kirlenmek güzeldir” sloganının hakkını sonuna kadar veren çocuk, bugün tertemiz kıyafetlerle eve çıkıyor. Sizin anlayacağınız topun da çocuğun da havası yok.

Anadolu’nun küçük bir şehrinde yaşıyor çocuk. Küçük derken öyle 3 haneli binlerle ifade edilemeyecek kadar küçük, gerçekten küçük bir şehir. Hani amiyane tabirle de ifade edilebilecek kadar küçük! Bir memur çocuğu ki lojmanda oturuyorlar. Lojmanın bir tarafında içinde sürekli farklı farklı köpeklerin olduğu bir bahçe, diğer tarafında da deve dikenleri ile dolu top sahası. Arkasındaki kuru çayı da unutmamak lazım. Bakmayın siz isminin kuru olduğuna! Hele bir yağmur yağsın, adeta çocuğun merdivenlerden inişinden daha coşkulu akardı o zamanlar.

Deve dikenleri…

Her şey daha büyüktü o zamanlar. Ağaçlar, arabalar, insanlar, köpekler… Hatta yeni alınan topun katili deve dikenleri bile çok daha büyüktü. Hatta ve hatta gönüller bile daha büyüktü o zaman. İşte o günlerde sevmek ve sevilmek anneye, babaya, öğretmene duyulan bir hissiyat. Bir de üç-dört yılda bir küçük ellerde büyük bayraklar ve boyundan büyük iddialarla tutulan sevgi var tabi ki. Ötesi az sonra deve dikenlerinin katline maruz kalacağını bile bile topunu alıp özgürce koşmak ve geceleri arkasına saklanacak büyük bir ağaç bulmakta tükenmiş zamanlar. Geceleri dediysek öyle bugünün gençlerinin saat mefhumu üzerinden konuşmuyoruz elbette. Çünkü o zamanlar hala “hoca Allahuekber demeden evde ol” sözünün geçerli olduğu yıllardı. Bizim ve tanıdığım bütün insanların evlerinde eksik olmayan gazetenin verdiği bisikletlerin sıralandığı günler de aynı  yıllara rastlıyordu.

Gönüller büyüktü o zamanlar…

Zaman geçtikçe sevdiklerinin sayısı arttı çocuğun. Gönül mü büyüyor? Belki küçülen gönüllere rağmen maharet artıyor ki o gönüllere daha çok sevgi sığdırabilmek de mümkün oluyor. Maharette öyle ilerliyor ki çocuk, ergenlik isyanlarıyla sadece tek kişiye emanet etmek istediği gönlünün zincirlerini kırıyor ve açıyor kapıları sonuna kadar.

Karanlık gönüllere Nur…

Açılan kapılarla birlikte bir nura yol açılıyor. Sevdayı zorlukların ardında arayan, aradıkça zorlaştıran ve zorlaştıkça da güzelleşeceğine inanan mazoşistlere inat, ilk nefeste o nur doluyor ciğerlere. Bir sigara bir de o böyle sarabiliyor bütün benliğini insanın. Kıymet bilmek için acı çekmeyi zaruret görenlere karşı adeta bir başkaldırıdır bu yaşanan. Bu yaşanan yeni bir milattır.

Gönüle akan nur ile birlikte, bir tek o kalır içeride ama onunla birlikte herkese her şeye de yine yer vardır. Hatta daha çok yer vardır. Zamanla anlaşılır esrar. Gönüle girenler hep birşeyler getirmişler gelirken; kaprisler, korkular, pazarlıklar, ön yargılar… Fakat o istisna, O müstesna. Küçülmesine rağmen artan maharetiyle övünen gönül kendinde bildi bunca zaman hikmeti. Zaman yoğurdu çocuğu, hamlığı, çiğliği aldı ve attı üzerinden. Kısacası açtı gözlerini çocuğun. Ne de olsa çocuk değildi artık ve gerçekleri bilmesi gerekiyordu. Gösterdi ona bütün çıplaklığıyla: Maharet onda değil, O’ndaydı!

Selam ve dua ile…