İçeriğe geç

Sarı-Beyaz Hatıralar

(Yıllar önce karalamış olduğum ve hiçbir yerde yayınlanmayan bu hikâye benzeri yazıyı, şu an “inecek var” diye haykırırken yıllar öncesinden “binecek var” diye de haykırdığımı göstermek için sunuyorum. Hem Küfür Meselesi gibi bir mevzuya derkenâr yapalım hem de yıllar öncesinin uslûbunu yad edelim istedim. Hikâye benim işim değil, affedin.)

Hayatlarımızı yazmaya niyet etsek, her birimiz insanlığın hizmetine sunulmuş ansiklopedi namlı ciltlerden onlarca kat fazlasının yazarı olmak mecburiyetinde kalırdık. ‘Her hayat bir romandır’ diyenler, insan ömrünü hafife aldıklarının kim bilir ne zaman farkına varacaklar. İnsanın hayatında ancak bir motif bir roman kalınlığına sığar, ancak bir roman insanın ufacık bir anının imbikten geçirilmiş tahkiye cinslerinden sadece birisidir. Peki ya hikâye? Yahut hikâye kılıflı hatıralar yumağı? Hangimizin rüyalarına giren bir fotoğrafı ve bu fotoğrafın anlamını tam olarak ifade etme yeteneği var? Benim rüyalarımı süsleyen bir fotoğraf karem –şükür ki- artık var.

Nerede, ne zaman doğdum? Nerede büyüdüm? Çocukluk çağımın en belirgin ve en göze çarpan hatırası bu bilinmezlik olsa gerek. Meridyen ve paralellerin ifade edemediği, ismi sebepsiz yere saklı ve isimleri nedense hep farklı yerlerin değişmez sabitesi: şirin, boyası yer yer dökülmüş sarı bir bina… Şehrin yahut kasabanın ya da kimsenin uğramadığı bir mezranın kenarında, beyazla cilveleşen sarının memleketi. Benim memleketim. Ana ve ata yurdum; işte o sarı binaların mevcut olduğu, esamesi değişse de hayatlarımızı asla değiştiremeyen ikâmet yerlerinin muhkem ve gözden ırak mevkileri. Hepsinin ortak adı: Anadolu.

Çocuk aklımızın saflığında her daim mevcud kalan, her daim heyecan uyandıran mutluluk parçalarının değişmez tadı, hilkaten bütün masumlara hediyedir. Ağlanacak durumlardan bile vazife çıkarıp, bunu bir oyun saflığında icra eden çocuk, insanın ulaşmak istediği iyilik katının son merhalesidir. Her geçen gün kirlenecek olan bir hayatın ilk demleri, ne kadar saf, ne kadar da derûnî bir lisanla yaşanıyordu. Bir lisan nasıl bu denli kirleniyor ve nasıl bu denli çamura batıyordu. Ah, biz yetişkinler!

Bir mevkinin terki, yetişkin tabiriyle ‘ayrılık’, oyunlarımızın ve arkadaşlarımızın oyunlarının her yerde daima aynı olmasından mütevellit, pek bir anlam ifade etmezdi. Arkadaş diye çağırdığımız oyundaşlarımızın ancak suretleri ve nadiren isimleri değişirdi. Her zaman bir Mustafa yahut Mehmet ya da Ahmet diye bir arkadaşımızın olması kaderimizdi -kendi ismimin de bu sık rastlanan isimler kuşağından olması da ayrı bir hikâye aslında-. Bütün bunları bu denli kolay kabullendiren ise mütevazı sarı-beyaz binalarımızdı. Benim için ayrılık, o devasa makineye binip yine bindiğimiz yerde ineceğimiz bir gezmeden öte, bir anlam taşımıyordu. Demek ki her zaman peronlarda el salladıklarımız –bizler gibi- gezmeye çıkıyorlardı.

Çocuktuk. Ekmeğin aslanın ağzında değil midesinde olduğunu bilemeyecek kadar küçük, taşı sıksa suyunu çıkaracak kudrette diye vehmettiğimiz babalarımıza duyduğumuz güven kadar büyüktük. Yokluğun ve yoksulluğun, hayatlarımızın o devrinde hüküm sürdüğünü öğrenmemiz kalın ve ciltli kitapları okumamızla aynı çağlara denk gelir. Hiç kimsenin bir diğerinden farkının olmadığı, ismine daha sonraları ‘sınıf’ adını vereceğimiz gelir uçurumlarının varlığını gösterecek her hangi bir karineye kimsenin sahip olmadığı zamanlardı. Hele hele çocuklar… Rengarenk ama plastik, çeşit çeşit ama tek düze oyuncak yığınlarının içerisinde boğulan zamane çocuklarından elbette değildik. Tek lüksümüz, nereden yürüttüğümüzü hiç birimizin bilmediği, uçları kör bıçaklarımız ve çakılarımızdı ve çakısı olan her çocuk da keskin ucunun mahareti nisbetince çeşitli oyuncaklara sahip olurdu. Bir marangoz ciddiyetiyle kestiğimiz, kırptığımız ve bir şeye benzetmeye çabaladığımız oyuncaklarımızla caka bile satamazdık. En büyük fiyakamız, mevsimi geldiğinde, yaş bir daldan yaptığımız düdüklerimizdi; onun fiyakası ise bir şekilde bütün çocukların nasılsa öğrendiği ‘düdük yapma sırrı’nın aşikar olması ile nihayete ererdi. En şanslımız, bu eşsiz oyuncağın sahibi olmakla ancak birkaç saat övünebilirdi. Övünmek dediysem, bir anlık kibir, o da yalandan… İyilik meleği çocuklardık ve insanlığın nasıl kaybettiğini anlamadığı hasletler ile farkında olmadan yaşıyorduk. Çoğumuz, bu saflığı muhafaza etmek şöyle dursun, hatırımıza bile getirmiyorduk büyüdükçe. Sözde büyüyorduk, aslında kirleniyorduk. Sözde tecrübe ediyorduk, özde kendimizi unutuyorduk.

Benim hikâyem, bütün hikâyelerin bittiği yerde başladı. Bir gün elbet tükeneceğine emin olduğum sözde ‘tükenmez kalem’im ile beyaz sayfaların üzerine anlamsız sembollerle yine hayat tarifine başladığım bir gün, sarı-beyazın cilveleştiği bir fotoğraf mıhlandı gözüme. “Hasret” diye tercüme ettikleri bu his, gözlerimdeki yaş olsa gerekti. Niçinini ve nedenini soracak kimsemin kalmadığından olsa gerek, zaman tüneline yarı tedirgin, yarı korkak bir adımla girdim. Bıraktığı gibi bulamamak korkusu, ardında hiçbir şey bırakmayan yahut bıraktığına tekrar dönmeyeceğine emin bir adam için ilk defa vuku buluyordu. ‘Ayrılık’ denilen, çocuk aklımın gezmesi, gözyaşlarını nihayet anlamlandırıyordu. Asla gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm bir geri dönüş öncesi, kaybetmediğim ama ardımda kalmayan bıraktıklarımın yerinde olup olmayacağı tedirginliği, hikâyemin başı ve aynı zamanda –gariptir ki- sonuydu. Bir hikâyeler yığını elbet yaşamıştım ama çocukluğumla yazılmaya başlanılan ansiklopedi ciltlerinin nihayete ermiş olduğu bilgisiyle ve sarı-beyaz badanalı binanın gözümde canlanmasıyla, öykümün başı ile sonu arasında bir rabıta olduğunu yeni farketmiştim. Arada yaşadıklarım, benim değildi ve hayat kitabımın hiçbir sayfasını işgale değmezdi. Benim hayatım, sarı ve beyaz badanalı binanın tedai ettirdiği şeylerden ibaretti. Annem kokuyordu o, şimdi hissedebiliyorum, babam demekti.

“Okumak” safsatası altında, devletin kanatlarına girerek uğurlandığım o gün, bu seyahatin yine bir gezme olacağı fikrindeydim. Şimdi gayet iyi hatırlıyorum. ‘İstasyon’da başlayan yolculuğum, yine aynı tip bir ‘istasyon’da son bulacaktı ve ben çemberin ortasında inip kısa süreli bir mola verecek, bir yıl sonra çemberi tamamlayıp anama ve babama tekrar kavuşacaktım. Bu çember hâlindeki yolculuk muhtelif zamanlarda, muhtelif kereler tekrarlanacak ve nihayetinde ‘adam’ olacaktım. Bu hayalin ve zannın yolculuk boyunca devam etmesinin en büyük müsebbibi yine muhtelif yerlere serpilmiş sarı binalarımın trenin pencerelerine doğru daima gülümsemesiydi. Her bir istasyon, gözü yaşlı anama benzeyen kadınların ellerinde, gururlu ve mağrur ama fakir babaların babamı andıran gözlerinde tekrar beni memleketime döndürüyordu.

Kompartımandaydım. Yıllardır ‘okumak’ için yola koyulan gençlerin, ‘ekmek’ diyerek taa Alamanya’lara yollanan umutların, elinde dengi ile ‘taşı toprağı altın’ büyükşehir hayalini yaşatan civanmertlerin ilk durağı. Trenin ilk homurtusu, henüz kirlenmemiş ve şehir gürültüsü ile paslanmamış kulaklara bir memleket türküsünün ezgilerini yıllarca mırıldandı. Bir gün geri dönmek ihtimali ile yerleşilen kompartıman, herkese inecekleri durağa kadar memleket koklatır, son durağa kadar memleket türkülerinin hepsini söylerdi. Paylaşılan azıklar memleket tadındaydı ve gurbet kendisini en çok da son durakta hissettirirdi.

Bir çocukluk hatırası… İsmi Hüseyin… Nam-ı diğer Deli Hüseyin… ‘Adam olma’ macerama başlamadan önceki son ikâmetgâhımın insanlarından. Herkesin memleketinde yok mu bir deli? Var, var olmasına da, bu onlardan daha deli… Aklı yitirmek değil onun şahsındaki delilik. Bir şuur hâli. Şuurun son merhalesi. Deliyse de lakabı, aslında hepimiz gibi. Deliliği bir duygu boşalması, o da yalnızca varış ve hareket saatleri ile sınırlı. Deli Hüseyin, istasyona her tren geldiğinde, özünün sıcak ve ılıman ikliminden uzaklaşır, her daim treni ilk karşılayan ve son uğurlayan olma bahtını hiç kimseye kaptırmazdı. Deliliğine yaraşır bir şekilde, sıtma nöbetine tutulmuşçasına sarsılır, trene uğurlanacakların yolunu keserek ‘yokluğa’ hayırlı yolculuklar dilerdi. Hıncını alamadığından olsa gerek, tren pencerelerinden perondaki curcunayı izleyenlere küfrettiği vehmi verdirecek şekilde, ağzından köpükler saçarak ‘yokluğa’ diye haykırırdı. Bu halet-i ruhiye trenin dağların ardından kıvrılıp kaybolmasına dek sürerdi. Cümle âlem hikâyeyi aynı bilmekte ve aynen nakletme. Yani hikâyesi muhtelif olanlardan değil Deli Hüseyin. Anadolu’nun hemen hemen her bucağında ‘deli’ lakabı üzerine yapışanlara bahşedildiği gibi, bir aşkın muzdaribi. Hâli vakti kasaba ortalamasında olan Hüseyin’in kavuşamamasına sebep, kız babasının rızasızlığı. Akabinde buhran… Sevdiği kızın kendisini bir trenin önüne atışı… Ardında hiçbir iz bırakmadan kayboluş… Yokluk… Hüseyin’in isminin başındaki ‘deli’ sıfatı oradan mütevellit… Onun nazarında giden trenlerin, bu cihetle istikametleri ‘yokluğa’.

Siyah taşların üstün mimariyle bir araya getirilmesinin vücuda getirdiği ‘gar’ namlı büyükşehir yapısının hissettirdiği ilk duygu, gurbet, oracıkta sönüverdi. Bir büyü olsa gerekti bu, gözün kararması, kısmetin bağlanması, terklerin başlaması. İşte gurbet, zalım gurbet… Özden kopuşun ilk adımları, büyülü gözlerle izlediğimiz geniş caddeler ve yüksek binalar ile kanımıza girmiş, bize benzemeyen hayatların ilk ışıltıları ile iliklerimize işlemişti. Bir çember olmasını istemiyordum artık bu seyahatin, bu yolculuk yokluğa değildi. Bilakis varlığımı isbata araçtı, değişmeye, gelişmeye doğru bir yön tayin etmekti. ‘Gar’ bütün ‘istasyon’ların zihnimdeki rengini soldurmuş, trenin ulaştığı son durak, hayatımda milat olarak yer almıştı. Benim memleketim artık burasıydı.

Sayılı birkaç sene, artık kurtulmak istediğim köhne yapılara sıkıcı ve zaruri dönüşlerim dışında, istediklerime adım adım yaklaşmakla geçti. ‘İstasyon’ köhne, ‘gar’ medeni, ‘tren’ ise medeniyetle sürgün memleketleri arasında talihli veya bahtsız insanları getirip götüren yarı-medeni bir vasıtaydı. Medeniyet dediğimiz şey, artık yıkılması gereken, yok olması arzu edilen köylülüğün tam zıddıydı. Bu fikirlerin kök salması için ise büyükşehir elinden geleni ardına koymuyordu. Rengârenk gecelerini gürültülü ama şen gündüzleri ile süslüyor, yoksulluğun acımasızlığını kimse görmesin diye kenarlarına itiveriyordu. Bizler de şaşaadan öte hiçbir şey görmemek için direniyorduk. Bu utanılası devirleri geçelim. Ansiklopedimde mevcut değiller. Ne oldu peki?

Büyük bir gazetede, büyük laflar eden, önemli bir ‘adam’ım. Yazıları merakla beklenen, medeniyetin nadide şahsiyeti… Yine hayata dair bir yazı yazdığım esnada, köylerden gelerek şehri istilâ eden insanlardan bahis etmek üzereyken; nasıl buralara geldiklerini düşündüm. Trene binip geliyordu birçoğu hâlâ. Hâlâ? Geçmişte de geliyorlardı demek… Ah sizi köylüler, ne tükenmez sayıdaymışsınız. Sarı, yıkık dökük bir ‘istasyon’dan, valiz taşıyacak kadar medeni olmadıklarından, denkleriyle binmişlerdir. ‘İstasyon’… Sarı binalar… Bir kıvılcım… Bir zamanlar ben de öyle geldim. Şuura eriş. Delilik mi? ‘Yokluğa’ diye haykıran Deli Hüseyin’in sesi… Ah, ne yaptım ben?

Bir ‘denk’ hazırladım alelacele. Gözümde bir fotoğraf karesi… Sevimsiz, heybetli ve bir o kadar soğuk duran gara doğru koşar adım seğirttim. Bir bilet almak için gişeye koştum. “Nereye?” sorusuna “Anadolu’ya” dedim. “Anadolu’ya giden ilk trene…”

Sürgündeymiş babam. Şehir şehir, kasaba kasaba hep sürülmüş. O mu sürülmüş, yoksa onu sürenler mi sürgünde idi emin değilim. Ama babam iyi ki sürgündü ve ben şehirde iyi ki büyümedim. Keşke, ‘adam’ olmak için çabalamasam, bir makinist olup ‘gezme’ye çıksaydım.

Onlarca insan kalabalığı… Deli sıfatına sahip olmak vakti geldi mi? ‘Varlığa’ diye haykırmalı… “Üzülmeyiniz, istikametimiz varlık.”

Memleketi koklamak vakti… Tren yanaştı. Hemen binmeli.

Kompartımandayım.