İçeriğe geç

Psişik Mevzular 41, “ Senin de Başın Dönüyor mu? “

IMAG051120140823_161600

Sosyal Mesaj: “ Eskiden ceplerinden çıkardıkları dikdörtgen kutucuklara bakarak gülen yahut küfür eden insanlar göremezdik. Postmodernizmin getirdiği ontolojik şaşkınlık bi’çok şey gibi muhataplarımızın da gerçekliğini emdi ve tabii ki bitirdi. Şaşkınlar ordusuyuz artık. Ne şikâyetçiyiz ne de memnun. Sadece ruhsuz, kararsız ve kutucukların içine sığdırmaya çalıştığımız hayatlarımıza asılıp kalmışız…  Ama siz yine de gülümseyin; bu sefer panoramik çekiyorum: Çıksımmm Çıksımmm Çıksımmm…”

Hiç de iç açıcı olmayan sebeplerle hicretimizi gerçekleştirmiş, Ensarlara ısınma turları atıyordum o zamanlar. Sürttüğüm sokaklarda gözümün değdiği; kiremidi kırılmış her çatı, boyası dökülmüş her duvar, mecali kalmamış her direk, son nefesini bi’türlü verememiş dumanı hala tüten her sigara izmariti, “ağzındaki süt kokusu buraya kadar geliyor. Vahşileşmeye müsait tarafını geliştirmezsen boku yersin” diyordu. Olan işte o sıralar oldu. Sınıfta kalmaktan başı, incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden ötürü gözü dönen biri olup çıkmıştım. Hayatın verdiği dersi çabucak kapıyordum. Bu, semt şartlarında sevindirici bi’gelişmeydi. Koca Herif’le çatı tepelerinde güneşlenmekten marsık gibi kararmışlığımı saymıyorum bile. Tamam, esmer olmasına esmerdim zaten fakat kendimi artık gerçek bi’zenci gibi hissediyordum, madden ve manen. Her insanın hayatında hiçbi’şeyin yolunda gitmediği dönemler vardır. Fakat bi’yere yahut bi’noktaya kadar sürer bu. Senin yapman gereken ise uyanık olup o yer yahut o noktayı ıskalamamaktır. Ben ıskalamadım. Iskalamasına rağmen bi’itek Paynır fark etti ıskalamadığımı. Paynır son derece arif, bi’okadar da ruhani adamdır çünkü. Öyle olmasa, Vericilerin altında ve ağlamanın bi’adım gerisinde durduğumuz zamanlarda bile sabahlara kadar tek kelime etmeden ve hiç esnemeden nasıl pineklenirdi ki?

Lakabını Piooner marka teyplerin hastası aynı zamanda hasta bakıcısı olmasından alırdı. Herhangi bi’Piooner’ı görmesi dikkatini dağıtır, sesini duyması ise un ufak ederdi. Abisi Hasan. Oto Faresi Hasan. Zamanın moda mesleğinin erbabıydı. Sadece geceleri işe çıkar, Paynır’ın hastası ve aynı zamanda hasta bakıcısı olduğu bu marka teypleri patlatır, güzel paraya okuturdu. Bi’nevi –ekmeğimizdeyiz- durumlarındaydı yani. Hüseyin, sırf bu zaafı nedeniyle Hasan’ın hilkaten yardımcısı sayılırdı. Bu, Oto Faresi Hasan’ın küçük kardeşi Paynır Hüseyin’di.

Bi’biranın nakavt ettiği, yardım ve yataklıkta çığır açmakla birlikte olay yapmadan duramayan, Kosma’nın Jeremy’si, Kazancakis’in Zorba’sı, dalgınlığımın ve dahi durgunluğumun sebebini tek bi’bakışla anlayabilen insan evladı, gelmiş geçmiş en büyük ikinci hayal kırıklığı, adamın hammaddesi Hüseyin benim Paynır Hüseyin’imdi.

Ota boka başımın döndüğü dönemlerde hafta içi her gün okula gitmeyi saçma bulduğum doğrudur; ama çarşambaları mutlaka ve mutlaka gittiğim de doğrudur. İşte O, o çarşambalardan birinde gözümün içine baka baka sırama yaklaşıp “ Sana çok şaşırıyorum, hiç de isminle uyumlu bi’yaşantın yok.” Demişti.  Bende, bi’yanımla kuyruğu dik tutmaya çalışmış, “ Hocam ayıp oluyor herkesin içinde. Ne varmış ismimde. Ayrıca benim iki ismim var, isterseniz öbürünü de kullanabilirsiniz.” Çizgi köpek Değerli gibi tuhaf sesler çıkararak gülmeye çalışan Paynır’ı göstererek, “ Bakın ne kadar ayıp oldu Hocam. Daha nasıl gülünür onu bile bilmeyen adama meze yaptınız beni. Hiç yakışmadı hiç!” demiştim. Diğer yanımla; bütün güzel kelimeler ve cümleler ve dahi şiirlerle yüklü gözlerimin kayıt cihazının piley tuşuna bastım. Gözlerinin merkezindeki anlık gölge oyununu yakaladığını hatırlıyorum. Ama ağırlıklı olarak sadece gülüyordu. Benimse her zamanki gibi başım dönüyordu. Olsun, bu da bi’şeydi sonuçta.

“ Ama bi’yerden yahut bi’noktadan başlamak lazım değil mi? Adaşından başlamak iyi gelir diye düşündüm.” diyerek elindeki kitabı sırama bıraktı. Kapağında Gençliğim Eyvah! yazılı bi’kitap. “Hediye değildir, ona göre. Beğeneceğini ummuyorum. Tabii okursan… Haftaya iade edersen sevinirim… “  dedi ve yerine döndü. “ Sizi daha çok sevindirecekse yarına kadar temizlerim onu, sadece bilmiyorsunuz.” Dediğimi hatırlıyorum. Tabi ki benim dahi duyamayacağım kadar küçük harflerle.

Türkçe’ye ruhunu ve diğer bütün şeylere ellerinin zerafetiyle renk ve anlam kazandırabilen başka bi’kadın bilmiyor, bilmek istemiyordum o zamanlar. Yıllar sonra Kafka’yı Kafka yapan teyzesine hak verecektim.

Okuldan çıkıp direk bayiye uğradık. Semtin asayişi ve huzuru adına halledilmesi gereken büyük bi’mesele vardı ve acilen Profesör’e başvurmamız lazımdı. Lakin ateşin icadından ganyan bayiinde olduğuna inanılan Profesör’ün yerinde yeller esiyordu. Hiç olmayacak şey. Başım yine dönmeye başlamıştı. Zaten iş ne zaman başa düşse başım dönerdi. Kitap ve aklımın yarısı koltuğumun altında, diğer yarısı Profesörün yokluğundaydı.

Profesör semtimizin aklıydı. Rivayete göre ODTÜ Makine Mühendisliği’ni ani bi’kararla bırakmış, erkenden kenara çekilmişti. Yediden yetmişe herkes Profesör’ü bu iş için kullanırdı; akıl almak, anlamak. Profesör gerçekten değişik ibaresinin bütün versiyonlarını kendisinde toplayan değişik bi’adamdı. Hangi konuda danışırsanız danışın; en soyut konular dahil  0,7 uçlu Rotring kalemini kullanarak çizdiği sapır saçma şekiller yardımıyla açıklamaya çalışırdı. Siyaset, sanat ( pek işimiz olmasa da şamatasına sorduğumuz olurdu), aşk, din, dil, ahir zaman gibi aklınıza gelecek her soyut ve somut konu.  Sürekli gömleğinin cebinde bulunan 0,7 uçlu Rotring’ini hayati önem arz eden damar gibi görürdü. Anlatır anlatır, daha doğrusu çizer çizer çizer sonra sorardı. “ Kapiş? “ Anlamadığımız anlaşılınca, “ Olsun en azından çay içtiniz. Nihayetinde Çay içmek de anlamaya çalışmaktır.”  derdi. Takıntılı, enteresan, birazdan alacağım bilgilere göreyse derin bi’adamdı.

Ben, baş dönmem ve Paynır bayiden çıkmıştık.” İş başa düştü Paynır, şu Topik Tulumbacı’nın  götü başı oynamaya başlamış yine, dikkatini çekmiştir illaki. Sen o işe bi’şekil düşün.” Dediğimde Salon Sedat’ın kapısında, Paynır’dan “ Tamamdır Babacım.” cevabını aldığımda asma katın girişindeydik. Koca Herif ve ekibi yerlerini almış, taş dizmeye başlamışlardı. Koca Herif beni görünce mahsus selamımızı göndererek yaklaşabilirsin salığını vermişti. O salık vermeden masasına yaklaşmak ayıptı ve beni buna nasıl olduğunu hatırlayamadığım bi’şekilde ikna etmişti. Akşamın altyapısını iki çay bardağı aslan sütüyle hazırladığı gözlerindeki baygın parıltıdan anlaşılıyordu. Yanına yaklaşınca elleriyle saçlarını düzeltirmiş gibi yapıp sadece ikimizin anlayabileceği dilde “ Akşam olsun mu akşam?” dedi. “ Olmazsa hiç olmasın anasını satiim!” dedim.

“ Yav Dede Profesör bayide yok. Hiç olmayacak şey. Nerde bu adam? Çok lazım bize şu an.” Biz deyince hiç düşünmez gözleri hemen Paynır’ı arardı.  Onu görünce içi rahat ederdi ancak. Güvenirdi Paynır’a.

“ Yine mi kaybolmuş kaynanasını öptümün diyosu!” diye ünledi önce, akabinde küçük harflerle tamamladı. ” Profesör ortadan kaybolduysa bulmaya çalışmayacaksınız, hatta ortadan kaybolduğunu dahi unutacaksınız. Mevzuyu da sakız etmeyeceksiniz. Hadi topuklayın şimdi. ” Yediğim ayara muzırlıkla cevap verme hakkım doğmuştu.

“ Ama Profesör’ün kaynanası yok!”

“ Her erkeğin kaynanası vardır kaynanasını öptüğümün diyosu. Türlü sebeplerle nikâh memurunun karşısına oturtamamıştır kaynanasının kızını, o kadar.  Bunu da şimdi değil, zamanı gelince anlarsın.” dedi. Hakikaten anlamamıştım. Ama uzatmak da istememiştim. Topukladık; aklım başımda, başım dönmekte, kitap koltuğumun altında… Arka fonda Neşet Ertaş, Kavuşmak Güman Oldu eseriyle ciğerde çalışıyordu.

“ Anlat Paynır “ dedim aşağı inerken.

“O iş kolay babacım”

“ Kolayca anlat o zaman amk.”

Anlatmak bana göre dünyanın en zor işi hatta en imkânsız işidir. Fakat Paynır bu zorluktan muaf tutulumuştu sanki. Takılmadan tak diye anlatmış, anlattıkları hop diye yatmıştı kafama. Evin önüne geldiğimizde, “Pazar yeri muhabbetine semt biraz karışık. Hele bi’geçsin, en yakın zamanda patatez ederiz o Topik’i diyerek jiletlemişti mevzu’u.

Eve bakıyordum şimdi. O zamanlar hayatımdaki tek değişiklik alanım, bakış açısına göre kimlik değiştirebilen evimizdi. Gecekondu denemeyecek kadar villa, villa sayılmayacak kadar gecekondu addedilebilirdi. Eve giriş çıkışlarda kaldığım odanın penceresini kullandığım zaman gecekondu, normal insanlar gibi kapıyı kullandığımda villa oluveren bi’ev.  Canım ne zaman değişiklik istese yapardım bunu. İyi gelirdi. Politik, stratejik ve jeopolitik önemi de vardı: Düz’e*, Pioonerlar’ın evinden en az 7 dakika daha yakındı.

Paynır’a karşı hava atabileceğim tek nokta idi bu. Fakat Paynır, bu durumu her sabah kapımızın önüne geldiğinde

“ Babacım Çık hadi! okula bırakayım seni. İti var kopuğu var, yalnız gidemezsin sen şimdi! “ Diyerek aradaki 7 dakikalık farkı kapatmaya çalışırken  “ Bugün de aşağı yukarı 7 dakika koydum yine amk. Harbiden şanslı adamım.” cevabımla mukabelede bulunurdum.  Bu merasim ikimize de iyi gelirdi. Şimdi ne yaparsam yapayım değişmeyen bi’evimiz, doğal olarak kirlenene kirlene keçeye dönen bi’hayal dünyam var.

Koltuğumun altındaki kitaba kendimi kaptırmamla birlikte; kahve, ganyan ve Vericiler altındaki mesaimi aksatır olmuştum. Bununla birlikte memleket de seçim sathına girmişti.

Memleket o zamanlar da zırt pırt seçim sathına girerdi ve biz memleketin seçim sathına girdiğini, kendimizi tam ortasından kütür kütür bölünmeye müsait karpuz gibi gördüğümüzde, ilaveten semt kahvelerinin seçim bürosu gibi çalışmaya başlamasından anlardık. Hemşehricilik mantığıyla mekân tutulan kahveler, particilik mantığının hâkim olmaya başlamasıyla şekil, renk ve sima değiştirmeye başlardı. İşte o seçim günlerinden biri yaşanırken,

– Lan Paynır, semtimiz büyük bi’sosyolojik vakayla karşı karşıya farkında mısın? Şimdi sana iki soru soracağım, anlat bana!

– Kim s.ker sosyolojiyi vakayı felan. Ben senin gittikçe nasıl mantar bi’adam olduğunun farkındayım.

-Uzatma Paynır. Konuşuruz bunları. Cevap ver.

-At kafalının pozlara bak ya.

– Bi’ülke insanlarının başına gelebilecek en kötü şey nedir sence?

– Nedir babacım?

– Zırt pırt sandığa gitmesidir Paynır. Bi’milletin anası en rasyonel biçimde böyle s.kilir. Bunu unutma”

– Bence kahve ve ganyan bayilerinin kapatılmasıdır Babacım. Sen de bunu unutma.

– Helal lan Paynır, harbiden kral adamsın.

– Peki, bi’insanın başına gelebilecek en kötü şey nedir?

-Nedir babacım?

-Kendi hayatı üzerine düşünmeye başlamasıdır. Bunu da unutma!

– Tamamen sana ait olan şeyler düşünülür. İnsanın kendine ait hayatı yoktur Babacım. Sen de bunu unutma! Sıra bende

– Tamam.

-Yine nerdeydin la dün gece?

– Uyuyakalmışım. Helal et. N’aptınız dün?

– Etmiyorum lan. Uyuyakalmışmış… Lafa bak.  Lan senin o saatlerde uyuduğun görülmüş mü? O kitabı okuyordun değil mi? İyice bi’haller oldu sana ha!

– Koduğum göte bak! Ben de helal etmiyorum lan o zaman hakkımı. Seninle cehennemde görüşürüz.

– Sıkıntı yok Babacım! Sen de orada olacaksan bana her türlü uyar!

Memleket seçim belasından kurtulmu;, semt hayatı yavaş yavaş normale dönmeye başlamıştı. Salon Sedat’ın alt katında Topik Tulumbacı’yı patatez edeceğimiz sahneyi düşünerek pinekliyorduk. Duruşumuz ve tavrımızla asma kata çıkmayı her türlü hak ediyorduk aslında ama yaş engeline takılıp kalmıştık. Emeklisi gelmiş fakat yaşı henüz gelmemiş memurlar misali. Arka masaya biriken Kırşehirlilerden; Profesör’ün bayiye döndüğü, Topik Tulumbacı’nın da Batman’a tayininin çıktığı havadisini işitiyorduk. Paynır’la olayın şaşkınlığını eşzamanlı hasiiktir amk’lar çekerek yaşarken Koca Herif belirdi kapıda. Mahsus selamımızı çakıp devam ederken

-Dede duydun mu? Dedim. Durdu. Döndü.

-Neyi?

-Profesör dönmüş. Topik de yolcuymuş, Batman’a.

Sadece bağlantıyı kuranlara özgü zeki tebessümünü yüzüne yerleştirdi

– Vallahi gübre olmayacak adamlardan bu Profesör. Dedi ve devam etti.

-Paynır

-Ne var?

-Lan Paynır, senin de başın dönüyo mu?

-Yav bisiktir git amk.

Tarih: Bi’sonraki Çarşamba

Sınıfa girdi, kürsüsüne doğru yürürken kaçamak bi’dikizle yoklamasını çekti. Gelmemiş olabileceğimden şüphelenmişti. Haklıydı, zira bu konularda sicilim şehir çöplüğü gibiydi. Arka sıradaki çocuk diye seslendi.

-Paynır, Hoca sana sesleniyo.

-Hassiktir lan göt. Çocuk dedi. Ali’ye seslenmiştir o.

Adımı söyledi. Bozuldum çocuk demesine ama kendimi toparlayarak düzenli bi’efendim de diyebildim.

-Kitabımı alabilir miyim?

-Hocam çıkışta iade etmeyi düşünüyordum ben.

-Kitabın başına bi’iş gelmemiştir umarım.

-Bunu duymamış olayım Hocam. Emanet, bizde emanettir.

-Bak sen! dedi ve derse geçti.

Çıkışta Paynır’a Koca Herif’le dünden bölüştüğümüz paranın bi’kısmını verdim.

 -Selim’in oraya gelirim ben. Dal alma amk, sağlam zulalan. Hemen semte çıkmayız Taşkın’da takılalım biraz.

-Çok oyalanma. Dedi. Bi’şeyler daha söyleyecek gibi olduysa  da,

– Tamam lan tamam. Tutma beni. Deyince vazgeçti söyleyeceğini söylemekten.

Hoca’nın okuldan çıkması zaman aldı ama biz de boş değildik.  Çoğu kez ne beklediğimizi bile bilmeden bekleyiş halinde olmayı seven adamlardık. Bekleyiş halinde olmak bizim işimiz yahut göbek adımızdı.

Yanıma geldi. “ Kitap? “ dedi avuç içleri göğe bakar şekilde ellerini uzatarak. ( Ellerinin güzelliğinden daha önce bahsetmiştim. Tekrara lüzum görmüyorum.) Takdim ettim.

“ Hocam “ dedim, “ kitabı iki kere okudum. Dalgınlıkla atladığım, kaçırdığım detay kalmasın diye. Okurken de başım dönmüştü. Şimdi kitabı size iade ederken de başım dönüyor. Enteresan kitap. Teşekkür ettim. “

-Beğendiğine sevindim.

Övgü yok, takdir yok, yanaklarıma kondurulmuş masum iki öpücük yok. Bu kadar, hepsi bu kadar, yavan ve buzdolabı gibi. Döndüm Paynır’ın yanına vurdum kendimi. Taşkın Sokak’a doğru akarken

-Oğlum Paynır inşallah mektubumu** beğenir. Etkileneceğini düşünüyorum.

-Ne mektubu?

-Kitabın arasına mektup koydum. Bence çok klas bi’hareket oldu bu.

-Bulursa belki.

-Ne demek bulursa… Böyle bi’şey beklemiyor mudur yani, içini karıştırıp bakmaz mı diyosun?

-Senden beklese beklese problem bekler, vukuat bekler. Mektubu da nah bekler.

-Harbiden mi la?

-Harbiden la!

-Lan Paynır, senin de başın dönüyo mu?

-Yav bi’s.ktir git amk.

T.s.k,

*Okul, kaymakamlık, havuzlu park, postane ve şekilli pastaneleri içinde barındıran ilçe merkezi.

**“İnsan bebek halinde dünyaya gelir ve başına gelecek ilk iş, baş dönmesidir. Bence bebeği ağlatan şey de budur; oksijenle ilk defa karşılaşan ciğerlerinin yanması değil.  Bi’bebek olarak ilk yaşadığımız da, şu an yaşadıklarımız da, hatta ceset olmadan bi’an önce yaşayacağımız da tam olarak budur. Baş dönmesi. Böylesine tatlı ve naif bi’şekilde başımı döndürdüğünüz için teşekkür ederim.  Başınızın hep güzelliklerle dönmesini dilerim. ”