İçeriğe geç

Sol Koluma Saplanan Şarapneller-II

10681916_10153189306018986_428579690_n

“Ne diyebilirsin ki” dedi. “Her şeyin bittiği bir noktada ne diyebilirsin.”

Soru işareti koymadım, çünkü soru olarak söylenmedi bu cümleler. “Diyecek hiçbir şeyin yok” yada “durumu değiştirmeye değer diyecek hiçbir şeyin yok” cümlelerinin atarlı zaman çekiminde soru(mtrak) hali…

“Kalbimin kırıklarından, bir hayale yama yapabilir misin” dedi akabinde.

Düşündüm “ne diyebilirim” diye… Desem neyi değiştirebileceğim diye,

Düşündüm….

“Önce ölü çocukları gördüm. Ardından ölü adamları ve kadınları… Sonra onların da çocukluğunu gördüm. Anneleri ve babaları belirdi arkalarında.

Çocuk dedim ya işte; defterimin doğusunda hep bir kan izi. Her daim Mirzahid damlar oraya. Göğsünün altında cenneti taşırdı, yürüdü göğsünden içeri Mirzahid. Dünyaya on iki yaşı kaldı…

Kalplerinde taş oluyor, evlatların analarından emdikleri süt. Ve kaçarken yavaşlatmasın diye oğlunu, taşın kenarına bırakılan yatalak bir kadın oluyor anne. Şimdi savaşlar önce insanı öldürüyor. Sonra insanlığı, evlatlığı, adamlığı ve sütü…

Çok savaş okumuştum hâlbuki; insanların öldüğü meydanda, insanlık büyüten.

Birazdan kar yağacak ve ben, çayın sıcağının gözlüğümün camında oluşturduğu buğudan bakacağım dünyaya.

Birazdan kar yağacak ve içimde bir Çeçen kıyama duracak.

Sonra O’nun yanına Allah’a şirk koşan bir füze düşer. Bu hep böyle olur. Son nefesiyle bozar namazını. Kara karışır ölümü. Güneş yarar göğü ve erir kar. Kar sularıyla bir nehre karışır ölüm. Kimse anlamaz.

Ve böyle taşınır ölüm, karın düşmediği yerlere.

Sonra Kerküklü çocuklar düşer kar gibi.

Dokunur ölümleri karın değmediği yerlere.

“Allah’ım” diyorum, “Allah’ım”, kelimelerimin bittiği anda keşke Max Manus olsam ve bağrıma demir atmış bu zırhlıyı, soğukkanlı bir sabotajla batırsam.”

Belki o zaman yeniden ağlayabilirim. Ve ben ağladıkça, bir çocuğu büyütebilirim. Tutunacak bir dalım kalmadığı anda diktiğim hayal ağaçlarına gözyaşlarımla su verebilirim. Belki o vakit, bir şeylere de tutunabilirim. Ki tutunduğum anda bir gerçeği kavramış olurum.  Ve o dala, yani gerçeğe bir salıncak kurabilirim, bütün ölen çocuklardan af dilemek için.

Ve sen…

Ve siz;

Hâlâ kıyametten bir alamet görelim diye, doğuya bakıp güneşin batmasını bekleyenler,  Doğu’da ölen her çocuk batan bir güneştir. Bu sükût ise kıyamet…

Evet, bana kalan ok atılarak infaz edilmek. Lakin topraktaki bunca kanın arasında benim kanıma yer yok. Yay ile boğulacak kadar da kut’lu değilim. Ölmeyi hak edecek kadar da dikkate değer…

Korkuyorum…

Bir dal sigara için gömleğinin cebini titrek elleriyle yoklayan tiryaki gibi elimi göğsüme götürüyorum. Arıyorum, annemin kalbimin yakınına koyduğu duaları. O telaşla, kalbimin yakınına koyduğum ne varsa deviriyorum.

Allah’ım bunu anlamıyorum.

Anlamıyorum; neden çıldırmıyor insanlar…

Neden bu yüzüme oturan tebessüm…

Neden bu göz kapaklarıma bağdaş kuran uyku…

Neden bu omurgamdaki ağrı…

Ve hâlâ neden kimse hayret etmiyor…

Neden kimse şaşırmıyor….

Uzayıp gidiyor “nedenler” ve ben biriktirdiğim bütün bu “nedenleri” bir istiğfara sarıyorum.

“Allah’ım” diyorum “Allah’ım”

Her şeyin doğrusunu sen bilirsin ama verdiğin bazı acılar, gerçekten çok acı.

Yine de senden gelene hamdolsun.”

Bunların hiçbirini O’na demedim.  Zaten kafamda her şey paramparça. Konuşamazdım da. Boş çay bardağını tabağına sertçe koyunca kendime geldim.

Kafamı kaldırdım ve yüzüne baktım.

“Kalbinin kırıklarından değil bir hayale yama yapmak, göğü dahi onarabilirim. Ama bunca acının, bunca kevaşeliğin içinde mutlu olmaktan korkarım. Utanırım. Aşmadığım ve aşamayacağım şeyler var ki;  bu şarapnelleri sol kolumdan söküp de buraya koyamam.

Bu, hepsi bu”

Bunları da demedim. Çünkü hiçbir şeyi değiştirmeyecekti.

Biraz sonra kalktı ve gitti, ben kaldım.

Hiçbir şey de değişmedi….