İçeriğe geç

Ay: Nisan 2012

Bizim Sokak



Acısını kulaklarımızdan çıkararak açılan kepenklerin o sesini bile özlemişim. Memlekete daha yeni geldiğim hâlde, hemen bizim sokağa koştum.

Dükkan âdet olduğu üzere bismillah diyerek açılır ve illaki, önce sağ ayakla girilir. Öyle, uzayıp giden, yazılı kuralları da yoktur esnaflığın, hatta kulaktan kulağa bile yayılmaz. Ama esnaf adam işin adabını bilerek doğmuş gibidir. Saatçi Sefa dışında bütün esnaf dükkanlarını yedi buçukta açmaya başlar, sekize kadar bütün kepenkler açılmış olurdu.

“Kahvaltılık bir şeyler alıver oğlum.” dedi Babam. Demek oluyor ki; yolun karşısındaki Bakkal İbo’ya gidilecekti. Aslında tercihen sabah erkenden kalkılıp, çorbacıda mercimek, işkembe yahut kelle paça içilirdi. Ve illa ki işkembeyle kelle paçanın sarımsaksız tadı olmadığından dert yanılırdı.(esnaf adamın ağzı kokmamalıdır adaba aykırıdır çünki) Yok eğer, bugünkü gibi, erken kalkılamamışsa Bakkal İbo’dan zeytin, peynir, haşlanmış yumurta, tereyağı alınır; çırakta sıcak pide almak için fırına yollanırdı. Artık zevke göre yumuşak, gevrek, az pişmiş, çok pişmiş diye sıkı sıkı tembih edilerek elbette…

İbo Abi’ye “selamün aleyküm” diyerek girdim bakkala. “Ohoo doktor, hoş gelmişsin” dedi. Hoş-beşten, hatır sorma gönül almadan sonra; “Abi, bize kahvaltılık” dedim. Ne kadar istiyorsun diye sormadı bile İbo Abi, üç kişilik kahvaltılık vereceğini bilerek. Peyniri böldü bir hiç tereddütsüz, ince beyaz kağıda sardı itina ile, sonra gazete kağıdından bir çırpıda yaptığı külaha zeytinleri doldurdu. Tereyağı ve yumurtaları da aldıktan sonra hazırdı bizim kahvaltılık. Çırak da geliyordu işte karşıdan elinde sıcak pidelerle. “Üç de çay söyleyiver Muhtar’dan” diyerek, pideleri elinden kaptım çırağın. Çırak dediğin ne ki zaten: git gel, gel git…

Gizemli Adam

Mahalleye girdiği zaman hummalı bir koşuşturma başlardı.yaşlısı genci,çirkini güzeli,evlisi bekarı pencereye doluşur,kapısının önüne çıkar,siperdeki bir askerin dikkatiyle ona bakarlardı. Başında şapkası,boynunda kıravatı,sırtanda ceketiyle eşsiz bir mabedi andırırdı. Her daim boyalı ayakkabısıyla attığı adımlarla ruhundaki zarafeti haykırıyordu.yakışıklığı,karizması hakkında bir fikir ayrılığı yoktu. Rüyaları süsler,bilmem kaç karatlık elmas parlaklığıyla ışıldardı. Elmas çekiciliğinde ve ulaşılmazlığındaydı. Zaman mahallede onun geçişinde akıyordu beklide sırf onun geçişinde duruyordu. Oda farkındaydı izlendiğinin. Adımlarını ritmik atmaya,pencerelere poz vermeye azami dikkat ederdi. Kimseyle konuşmazdı,adını sanını bilmezlerdi ama çocuklar dahi oyun oynamayı bırakırlardı saygıdan. Batmak üzere olan güneş ayrı bir gizem katardı mahallenin bilinmeyen sakinine. Belli ki çok uzaklardan gelmişti,çok bilgiliydi,çok görmüştü.kimse konuşmamış,hatta yakından bakmamıştı ama öyleydi,mahalleli biliyordu.

Bu dostluk başka bir dostluktu, ne yalılarda anlaşılabilirdi ne de meyhanelerde. Dedik ya bu dostluk başka dostluktu…

Psişik Mevzular 0, ” K’ofset Çağı Şiiri “

 

Aslında Türkiye’ de tanzim veya ıslah edilmesi gereken bi’eğitim sistemi yoktur. Aslının da aslına bakılırsa bi’sistem dahi yoktur… Sadece, bütün uzantılarıyla beraber yıkılması gereken vahşi bi’sözde eğitim endüstrisi vardır, o kadar…

K’ofset Çağı Şiiri

Konu anlatmakta ısrar etmeyiniz Sn.Bayan Hocam,

Soru kalıpları üzerinden gidiliyor artık sorunların üzerine

Böylece, yetişmez korkusuyla ne üniteleri tamamlamak,

Ne de okuduğumuzu anlamak zorunda kalıyoruz…

K’ofset çağında “yükseklise”ye enikonu yerleşebilmenin yolu ,

Aparatif kıvamlı yaprak testlerin anasını ağlatmaktan geçer

Hata yapma hakkımız 0’ a indirgenmişken son düzenlemelerle…

Gidiş yolunun doğru olması puan kazandırır mı sandınız?

Ne ve nasıl mı oldu?

YOL HİKAYELERİ 1…

Sanırım en çok karanlıkları özlüyorum, kiri daha çok seviyorum ben. Batakhanelerde kurulmalı en büyük hayaller. Dikenli yollarda yürümeli asfalta inat. Başrole talip olmamalı filmlerde. Dedim ya bugünlerde en çok karanlıkları seviyorum ben, aydınlığın doğmasına şahit olmak için… Çekin üstümden bütün ışıklarınızı, ben bir tek güneşi özlüyorum…

Yollarım dikenliklerle dolmalı, kan revan içinde yürümeliyim. Kanayan ayaklarım değil yüreğim olmalı her adımda. Zifiri karanlıkta çıkmalıyım yola, yolun sonu görünmemeli hiçbir zaman.

Okyanus ortasında kalmalıyım, hatta ilkin ben delmeliyim teknemi. Yavaş yavaş su alırken dayanağım, girdaplar çıkmalı derinden, fırtınalar inmeli yükseklerden. Rüzgara, poyraza inat tutmalı rotayı, su damlaları çarpmalı yüzüme. Islanmış bedenim titretmeli rüzgardan. Fırtınanın dinmesini, girdabın kaybolmamasını bir an beklememeli. Yol almalı sadece, sessizce yol almalı…

BENİM ADIM ÜMİT…

İsmin ne senin dedim, parıldayan gözlerini gözlerime dikmiş beni tarifsiz vicdan azaplarına atacak küçük kıza. Gece alabildiğince soğuktu, eylül akşamında. Elim cebimde ısınmaya çalışıyordum fark etmeden, küçük çocuğun üstündekileri görünce hissettim üşüdüğümü. Yakası yırtık bir kazak, kazağın altında okul önlüğü, ayakkabıları ise belli ki yazdan kalma ve onlar da veda edip yaz gibi yerini başkalarına bırakma niyetinde, lakin bu pek mümkün görünmüyor. Belki de küçük kızcağızdan intikam alıyor; inadına onu soğukta çaresiz bırakarak. Yağmur abi dedi, ismim Yağmur. Birden irkildim tüm bunları düşünmem birkaç saniye içinde olmuştu ya da zaman da küçük kız gibi soğukta donup kalmıştı. Saat dedim bak on bire geliyor. Hem de hava soğuk artık evine gitsen. Başını okşamıştım yağmurun bilinçsizce, herhalde onu ısıtacağımı hissettim bir anda. Abi dedi soğuğa inat ateş saçan gözlerini kaçırarak, bu mendilleri satıp gideceğim. Elinde sıkı sıkı tuttuğu mendillere takıldı gözlerim. Gittiğimiz yer şehri tepeden gören, eski bir kilisenin yanındaydı. Güzel olmasına rağmen manzarası, çayının ucuz ve güzel olmasından mıdır nedir pek rağbet görmüyordu. Hem yeni açılmıştı hem de gösteriş budalalarının sohbetinde dün gece şuradaydım diyecek kadar bir hatırı yoktu zihinlerde. Yağmurun mendillerini hemencecik sattıracak bir dostluk edecek durumda değildi yani bizim mekan.

YAYGIN KONFORMİZMİN KESİTSEL İZLENİMİ NİYETİNE

Yağmur, yağmur, yağmur, deli gibi, iri iri yağmur, yağmur…Gün boyu, duruyor, artarak yeniden başlıyor, duruyor sonra daha da artıp yeniden başlıyor. Zorunda olmayanlar hariç kimse muhatap olmak istemiyor onunla yani herkesin gününün gizli öznesi oluyor yağmur, …yağmur yağmur, deli gibi, iri iri, dura kesile, manyak bir sarkaç misali, salınımı yağışı, periyodu yok, ivmeleniyor, debileniyor, debeleniyor, sıkıştırıyor, kesiliyor, yeniden başlıyor. Zorunda olmayanlar hariç hiç kimse çıkmıyor dışarı, herkes söve söve, seve seve oturuyor evinde, yağmur, yağmur, yapış yapış, ıslak ıslak, kurumak da bilmiyor, pesimizm için afrodizyak niyetine, çık bir de ıslan dışarıda, tam olsun kötümserliğimizin orgazmı, yetmedi mi, donuna kadar ıslandın da az mı geldi, gün boyu sövdün,dümdüz ettin kalmadı mı artık bir şey, canın mı sıkılıyor, uyumak istedin de uyuyamadın mı? Uyuyamazsın tabi, pencereden devamlı onun sesi: pat pat patpat…Damlaların iğrenç ama mecburi senfonisi, kurtulamıyorsun, Van Gohgh tripleri yani. Diyelim kulağına gıcık oldun, gidiyorsun geliyorsun, tuvalet aynasında o, boy aynasında o, camda o, pencerede o, elini atıyorsun boynunda yine o! Hepten psikoza dalıyorsun artık, kulak…git gel aynı kulak, aynı yerde ceddine sayar gibi duruyor mesela….