İçeriğe geç

BENİM ADIM ÜMİT…

İsmin ne senin dedim, parıldayan gözlerini gözlerime dikmiş beni tarifsiz vicdan azaplarına atacak küçük kıza. Gece alabildiğince soğuktu, eylül akşamında. Elim cebimde ısınmaya çalışıyordum fark etmeden, küçük çocuğun üstündekileri görünce hissettim üşüdüğümü. Yakası yırtık bir kazak, kazağın altında okul önlüğü, ayakkabıları ise belli ki yazdan kalma ve onlar da veda edip yaz gibi yerini başkalarına bırakma niyetinde, lakin bu pek mümkün görünmüyor. Belki de küçük kızcağızdan intikam alıyor; inadına onu soğukta çaresiz bırakarak. Yağmur abi dedi, ismim Yağmur. Birden irkildim tüm bunları düşünmem birkaç saniye içinde olmuştu ya da zaman da küçük kız gibi soğukta donup kalmıştı. Saat dedim bak on bire geliyor. Hem de hava soğuk artık evine gitsen. Başını okşamıştım yağmurun bilinçsizce, herhalde onu ısıtacağımı hissettim bir anda. Abi dedi soğuğa inat ateş saçan gözlerini kaçırarak, bu mendilleri satıp gideceğim. Elinde sıkı sıkı tuttuğu mendillere takıldı gözlerim. Gittiğimiz yer şehri tepeden gören, eski bir kilisenin yanındaydı. Güzel olmasına rağmen manzarası, çayının ucuz ve güzel olmasından mıdır nedir pek rağbet görmüyordu. Hem yeni açılmıştı hem de gösteriş budalalarının sohbetinde dün gece şuradaydım diyecek kadar bir hatırı yoktu zihinlerde. Yağmurun mendillerini hemencecik sattıracak bir dostluk edecek durumda değildi yani bizim mekan. Çıkarıp cebimden para uzattım Yağmur’a, hepsini alıyorum, sen artık evine git dedim, mendillerden birine uzanarak. Tarifsiz bir duyguyla gözlerime baktı teşekkür ederim abi dedi. Ne demek Yağmur artık biz dostuz, asıl ben teşekkür ederim diyerek karşılık verdim. Arkadaşlar bağırmasaydı hadi diye, orda öylece kalabilirdim. Başka bir şey demeden koşmaya başladım, öndekilere yetişmek için. Bir kaç metre sonra durup evinin yolunu tutmaya hazırlanan küçük kıza bağırdım, yağmur benim adım da Ümit…

Arkadaşlara bir şey demeden, koşar adım uzaklaştım. Gideceğim yeri bilmeden, hemen yandaki sokağa daldım. Issız, kimsesiz ve garibanlığı eski püskü evlerinden belli olan sokaklarda sigaramı yakıp düşünmeye başladım.

Ümit ne demekti sahiden, o kız çocuğunun elinde tuttuğu mendiller mi yoksa benim cebimde taşıdığım para mı? Eğer bunlarsa ümit, nasıl ağır gelmemişti o kağıt parçaları ve ne kadar zenginmişim ben aslında. Ya benim ümitlerim, kimin cebinde, onları da kim taşıyor kaygısızca. Tavşanın peşinde koştuğu havuç değil mi ümit. Herkesin ama herkesin bir havucu var ve o havucu tutan bir el. Koştukça uzağa götüren, bazen de koşmadan önümüze getiren. Kimi zaman bir uzun çubuğun ucuna bağlıyorlar havucu, çubuğu da sırtımıza. Koştukça koşuyoruz arkasından, yoruldukça daha bir gözümüzün içine batıyor, daha bir turuncu gözüküyor.

Ümit ne demekti sahiden, zihnimizin bize oynadığı bir oyun mu? Kimin ümidi daha turuncuydu, kiminki daha lezzetli? Bazen bir çift göz oluyordu, kiminde bir avuç para. Miktarı çok mu olunca daha kıymetliydi, yoksa ulaşılması zor olunca mı? Ümidin kendisi mi güzeldi, kavuşmayı hayal etmek mi? Ya yeis, (ümitsizlik) çok uzaklarda olması mıydı hayalin, arada engin dağlar, aşılmaz yollar olmasından mıydı? Belki de yeterince sahiplenememekti ümidi. Kimin ki daha kutsaldı Mecnun’un mu, Mevlana’nın mı, o küçük kızcağızın mı?

Ümit ne demekti sahiden, ulaşılınca kıymeti kalmayan bir amaç mı? Belli ki tek, biricik değildi, ama diğerlerine de tek ve biricik sandığımıza ulaşmadan uzanamıyorduk. Mecnun’un tek ümidi Leyla mıydı, peki Leyla’ya ilk seferinde sahip olsa, ayrılık bu kadar üzün sürmese, mesafeler uçsuz bucaksız gözükmese ne olurdu? Mecnun neyi ümit ederdi Leyla’dan sonra?

Ümit bir eksiklikti, eksik yanını bulmak, Mecnun isen Leyla’nı, fakirsen paranı, dertliysen devanı bulmaktı. Soğukta ateşti ümit, sıcakta serinlik. Kimi zaman Kaf Dağı’ndaydı, kiminde okyanusun fersah fersah altında. Eksik yanını gördüğün kadardı, kaybolan parçanı aradığın kadar ümitliydin. Ümitlerin kadar eksiktin, eksik olduğun kadar ümitli. Eksikliklerini fark ettiğin kadar, tam olmaya namzettin.

Yağmur atıştırmaya başlamıştı. Üşümüyordum artık, gönlümde, zihnimde o küçük kız çoçuğunun yaktığı ateş vardı. Saçlarımdan damla damla sular akıyordu. Belki de tenimden akan her damlanın ruhumu temizlediğine inanıyordum çocuk masumiyetiyle. Artık ümit edebilirdim yıllarca korktuğum, her gerçekleşmeyen ümidimde biraz daha küstüğüm ümit benimdi çünkü. Eksiklik benim eksikliğimdi, kabul etsem de etmesem de. İnkar etmem, ümitsizlik etmem alıp benden uzaklara götürmeyecekti onu. Gökyüzüne baktım ve gücüm yettiğ
ince, sesim çıktığınca avaz avaz bağırdım: “Yağmur! Duyuyor musun beni? Benim adım ümit…”