Şöyle diyor şair; “bir evde yaşayın/ o ev asla çökmeyecek”.
Bu ev, tek göz bir oda imiş. Bir yanda yatak, diğer yanda bakraçlar, sahanlar. Hela dışarıda. Önce kayaları parçalamışlar, sonra her bir parçayı çamurla birbirine ulamışlar. Uladıkça göğe doğru uzanmış kayalar ve kanaat ettikleri yerden başlarına bir dam örmüşler. Sonra inceldiği bir yerinden içeridekilerin üstüne yıkılmış o ev. Üzerlerini çırpıp tekrar evlerinin duvarını örmeye koyulmuşlar. O duvar üstlerine yıkılsa da yarınlarına yıkılmamış.
İçli bir türkünün içi olmuş o evin içi.
Kapıdan çıkarken önce güneşi görmüş kadın. Onun soğuk havaya inat sıcaklığı, yüzünün henüz matem değmemiş yerlerine değerken, alnında sabrın ve beklemenin açacağı çizgiler yokken daha sırtına sarılı bebeği ve elinden tuttuğu diğer çocuğu ile gönlüne ilk acı değmiş. O ilk acı ile ölmediyse insan, sırtındaki bebesi ve elinden tuttuğu çocuğu sayesindedir. Yetimlik o yaşlardaki çocuklar için bir nokta imiş ve çocuk büyüdükçe büyürmüş. Ölüm ise onun yaşındaki bir eş için yokluk demekmiş ama çocuklar büyüdükçe o yokluğu hissedilmez kılarlarmış. Çünkü bir annenin ayazda evinden çıkarken üzerine aldığı örtü gibi örtermiş çocuklar anneyi. Çocukları gören yara sızlamaz, umutsuzluk dişini bilemezmiş.
Şimdi siyah beyaz bir fotoğrafın en siyah yerinde görüyorum seni. Dişlerini sıkıyorsun. Yazmanın boynuna gelen kısmı ile ağzını feryada kapatırken, kışın dağ başlarına yağan karın güneşi görünce bir pınara can olan suyu gibi akıyor gözlerinden yaşlar. İşte ilk o gün sarmışsın kırk bohçaya sarılı sakalı şerif gibi sana kalan emanetleri. Tek göz bir evde, dört tarafı sularla çevrili bir kalenin verdiği güveni hiç yitirmeden ve eksiltmeden.
Sonra kapısını kapatmış ve evin bir köşesinde oturmuş kalmış kadın. Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş… Ayrılık evin bir duvarı olmuş. Bu duvarı dam zapt edememiş ve yoksulluğu sızdırmaya başlamış. Yıllar sonra torunlarına öğreteceği bir dua ile kalkmış yerinden. “Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr”
Hiç okumamış ve köyünden hiç çıkmamış haliyle tanımış insanı. Başa kakarlar diye kimsenin bir lokma ekmeğini alıp da evlatlarına yedirmemiş. Hesap kitap bilmeyen kadının, en muhkem doğruluktaki “el ekmeğiyle karınları doyacağına analarının az ekmeğiyle başları dik dursun” hesabı.
Kalbini derinliklerini hiç açmadın bana. Sordum da anlatmadın. Şimdi zihnimde kalan son siluetinden, başını öne eğip saatlerce sallanarak oturmandan, büyük bir yorgunluk çıkarıyorum. Allah’ın ümmi bir kadını böyle zorlu muhatap alışının getirdiği yorgunluğu… Durup durup baktığın ellerinde yaşanmamış bir hayatın izlerini aradığını düşünürdüm. Yerden yolduğun ot, tahra ile kırdığın odun, yoğurup kurusun diye taşa koyduğun tezek, susuz kalmamak için doldurduğun güğüm hepsi ellerindeydi.
Açık kalan kapıdan yavru bir yılan girmişti eve. Evlatlarına zarar vermesin diye öldürmüştü kadın yılanı. Anaydı, biliyordu yılanın da anasının geleceğini. Sahanların üstünü kapattı. Evin duvarına dayadı kadın sırtını. İki oğlu, iki kanadının altında sabaha kadar yummadığı gözleriyle kara gecede yılanı bekledi. Göğsünde evlatlarını uyuturken gözlerinin altına kapanmasın diye kederi koydu, kapanacak oldu gözler, bu sefer sevgiyi koydu. Gecenin en baskın yerinde burnunun direğinde bayrak gibi asılı sızısını koydu. Sabaha doğru göz kapaklarına iyice bastıran uykuya karşı yarınları koydu gözlerine.
Hiçbir şeyi geri getiremeyecek olmanın gerçekliği ile nasıl da boğuluyorum şimdi. Varsa kırgınlıkları düzeltemeyecek, yorgunlukları dinlendiremeyecek, yaralarını soramayacak, sorularını cevaplandıramayacak, başındaki yazmanı düzeltemeyecek, suyunu dolduramayacak, hiçbir şeyi talep edemeyecek, talep ettiğin hiçbir şeyi gerçekleştiremeyecek olmanın kemiklerimi nasıl sızlatıyor olduğunu ancak bir gidişin ardında bıraktığı imkânsızlığı tadanlar bilir. “Üç hafta önce bu vakitler, geçen ay bu vakitler, geçen yıl bu vakitler” diye diye geçmişte yaşarken rast geldiğim seni kırmalarımın verdiği ıstırabı ve yüzünü güldürmelerimin verdiği ferahı dövüştürüyorum şimdi içimde. Âh zihnimde kalan son siluetini bir güldürebilsem.
Nice sultanları tahttan indiren, nicesinin gül benzini solduran, nicesini de dönmez yola gönderen bir ayrılık, bir yoksulluk bir de ölümün üçünü de görmüştü kadın. Emanetlerinin omzundan başka tahtı yoktu. Gül benzi solgundu. Hayat dönmez bir yolsa eğer bıçağı ile yılları ve zorları kese kese yürümüştü kadın. Sonra elinden, ayağından, gözlerinden, kulağından hatta dilinden dermanı yavaş yavaş aldı Allah. İki büklüm bir yorgunluk verdi… Belki de dünyanın “artık yaşanmaz” olduğunun kabulüne yönlendirilip bu göçe hazırlandın. Her kış, köyde mukabelede topladığın çikolatalarla gelirdin şehre ve her bahar bir müjde gibi dönerdin köydeki o hiç çökmeyecek olan evine.
Senden uzakta, meçhul ve müstakbel o haberi bekleyerek yattım. Sonra yine bir bahar sabahının nurunda gidişini bildiren, meçhullüğünü yitiren malum bir haberle kalktım. Güneş, her sabah yüzünün matem değmiş yerlerine dokunduğu bir ahbabını uğurlarken, sabrın ve beklemenin çizgilerini taşıyan alnına son bir kez yüzümü sürmek için bitmeyen bir yolu geride bırakmak kaldı bana. Sonra anladım ki geride kalan bizmişiz.
Kamera, o hiç çökmeyen eve sırtını dönerek oturmuş, sarsıla sarsıla ağlayan adama döndü. Sanki bu adam, altmış ile arasını açıp yetmiş ile mesafesini yakınlaştıran bürokrat emeklisi değil de lastik ayakkabılı ve bol şalvarlı anasının yanında duran, kopuk kemerle sıkı sıkıya bağlanmış, paçaları kısalmış pantolonu, yakası bozuk gömleği ve kısacık saçıyla sekiz yaşında, siyah beyaz fotoğrafın en beyaz yerinde durmuş o yoksul çocuktu şimdi. Sadece uğurladığı anasına değil de yirmi beş günlük bir bebekken kaybettiği, hiç görmediği babasına da ağlıyordu sanki.