Hayat, kalıcı bir hafıza kaybıdır.
Koca Herif
Sevgili Sibel Kadastro,
“Ne kalır sana?” demişti Koca Herif 2003 yazında geleceğe dair planlarımı anlatırken ona. ” Sen bile sana kalamazsın ki! Kaç an yakalayabilirsin mesela mazinde, yüz kaslarını müspet manada kendiliğinden harekete geçiren? Her şey aynı, her şey dünkü gibi şu üçotuz paralık dünyada… ”
Aslında bu iç karartıcı meseleye mektubunda yer vererek canını sıkmak istemezdim, fakat yokluğunda üzerime daha bi’çullanan hayatın gittikçe kilo aldığını fark ediyorum. Fakat Sevgili Sibel en azından o gün (birazdan bahsedilecek gün) bana kalsaydı diyorum şimdi. Kabahatler kanununu ihlal ettiğim gerekçesiyle ( biraz da arıza çıkartmış olabilirim ) yaka paça karakola değil, seninle güle oynaya Karaköy’e inip çaya düşmek isterdim. Ama o gün, bana değil O’na kaldı. O, götürüldüğüm betonarme yapının tek loş ışıklı odasında tüm sahipleniliciliği ile makam koltuğunda oturuyordu.
Burnu büyük, gözleri pörtlek, bok sarısı saçları seyrelmiş, dudakları dikkat çekecek ölçüde inceydi. Cıvık derisi iskeletini jelâtin misali sarmalamış gibiydi adeta. Dünya üzerinde üretilen kemerlerin hiçbiri pantolonunu belinde tutacak kadar delikli değildir herhalde diye düşünmeden edemezdi insan onu görünce. O gün bana kalmadığı gibi ben ve o gün ona kaldık…
– Nasıl oldu? Anlat! dedi
– Nasıl olduğunu anlatabilmem için evvela ne olduğunu anlatmam gerekmez mi? dedim
– Gerekmez… Sadece Anlat…
– Anlatmak sıkıntılıdır!
– Buradaki tek sıkıntı benim, anlat!
– Yazsam olmaz mı, bugün pek konuşasım yok?
– Ağzınla burnunun yer değiştirmesini mi istiyorsun evlat!
– Tamam tamam, Patron sensin…
Kalıp olarak -tamam tamam patron sensin- cümlesi menşe bakımından Amerikan filmlerinin ve Amerikancanın yavşak tedailerini taşıdığı için bizimkini havaya sokmuş, kendini bol aksiyon içeren bi’amerikan filminin başrol oyuncusu gibi hissetmeye başlamıştı. Başlamasaydı eğer;
– Hah şöyle uslu bi çocuk ol bakalım! demezdi. Dediği için utandı. Utanmasaydı eğer
– Uslu bi’çocuk ol ne demek a.k! diye mırıldanır mıydı hayıflanırcasına!
– Kendimi dışarıda görsem tanımayacak kadar kendimde olmadığım zamanlarda hangi kapının önünde olduğumu çok iyi bilirim, bu yüzden uzatmadım elimi kapıya açmak için. Çünkü Koca Herif puslu bi’pazar sabahı bana şöyle de demişti. ” Bazen başkalarının çıkmak için araladığı kapıyı sen girmek için kullanabilirsin. Aynı şekilde senin girmek için araladığın kapıdan başkaları çıkabilir. Böyle durumlarda çok dikkatli olmalısın; çünkü işler yolunda gitmiyor demektir. “ O gün yine, kendimi dışarıda görsem tanımayacak haldeydim ve Koca Herif’ in gaipten haber alıyor olması kuvvetle muhtemeldi zira önünde durduğum kapıyı birisi çıkmak için aralarken, ben girmek için kullanmıştım. Aslında, lalettayin kullanılan hayatları özetleyen muhteşem bi’ifadeydi bu ama bi’tek ben biliyordum sanki ya da bi’tek ben farkındaydım başkaları için hiçbi’önemi olmayan bu ince ayrıntının. Bunun dışında İsviçreli bilim adamları diye bi’grubun aslında hiç olmadığını, işleri berbat edecek kadar şanslı olduğumu da biliyordum. Fakat sadece teoride işe yarayan bilmenin pratikte hiç faydası yoktu. Hasılı, hayatı tezek yükü olarak görüyor, kendimi eşek gibi hissediyordum. Her şey dünkü gibiydi işte ve yükü tezek olsa bile hiçbi’eşek yükünden kıymetli değildi.
– Vaktimi alanın canını alırım, şimdi tıraşı kes de, mevzu’a gel! Dediğinde dudakları dudaktan çok tıslayan bir yılana benziyordu…
– Çalışıyorum patron, ateşin var mı?
– Kamusal alandayız lan hayvanat, ne ateşi. Ayrıca ufaklık, bi’daha bana patron dersen doğduğuna pişman ederim seni.
Belli ki hala holivud dialoglarının etkisindeydi ama o bunun farkında değildi. Sadece farkında olmadığı zamanlarda çirkin değil komik görünebilen bu kanun adamına bi’tek farkında olmamak yakışıyordu ama o bunun da farkında değildi.
– Aynı anda aklında ve yanında en az birer kişi taşıyan insan gerçek yalnızdır. Yalnızdım ve aklımdaki ile sohbet ederken yanımdakini dinliyormuş gibi görünmekten başka hiçbi’şey yapmıyordum o gün. Her şey dünkü gibiydi yani. Bilirsin, aklımdakini yanımda görmek; yanımdakinin ise sabah olunca hiç gelmemiş gibi çekip gitmesini istiyordum. Anlıyor musun?
Benim sorunum yalnızlık, yanımdakinin aptallık, aklımdakinin ise kararsızlıktı. O’nun yani aklımdakinin kararsızlığı, öyle zalim bi’hal almıştı ki olmayı yüzde yüz benim hak ettiğim yere verebileceği en kötü kararı yerleştirmişti. Düşün şimdi en kötü kararını karşısına almış benimle konuşması gereken her ne varsa onunla konuşuyordu. Peki, ben n’apıyordum; sizin suç mahali olarak adlandırdığınız yerde elimden düşürmediğim suç aletiyle neler konuşmuş olabileceklerine dair tahminler sıralamakla yetiniyordum. Bi’taraftan da acıyordum kendime. Çünkü ellerim vardı benim, sahiden vardı ve en güzel çağlarını yaşarlarken kimseler tutmuyordu onları. Bi’depo dolusu ihraç fazlası defolu tayt gibi hissediyordum kendimi.
– Eee?
– E’si mi var? yaptım, yaktım. Yine olsun yine yapar, yine yakarım!
– 5727 sayılı kanuna göre…
– Yav ben olmuşum kanun; her yanım mızrap mızrap. Sen hala kanundu manundu diyorsun. Hangi kanundan bahsediyosun allasen? Sahi niye buradayım la ben. Kristi Ahmet (Kristi’yi hatırladın mı?)merak eder şimdi beni. Soğuttuğum her çay için yiyeceğim zılgıt ta cabası. Hadi bana müsade…
– Birazdan sana ” şimdi siktir git lan buradan” diyeceğim ama ondan evvel konuşalım biraz, otur dedi. Babacan bi’tavır takınmaya çalıştığı aşikardı fakat çuvalladığı da öyle. Konuştu, konuştu, konuştu. Filozof gibi konuştu, dernek başkanı gibi konuştu, baba gibi konuştu, okul müdürü gibi konuştu, iyi yerlere gelmiş uzaktan akraba gibi konuştu…Sabaha kadar kendini dahi tatmin edecek hitap şeklini ve rolünü bi’türlü bulamadı ama yine de konuştu.
Sadece farkında olmadığı anlarda tahammül edilebilecek o herif ” şimdi siktir git lan burdan ” dediği ana kadar bütün gece bana ruh hastası muamelesi yaptı ve yaşantılarımızı normalin dışına taşımaya çalıştı. Çalışmasaydı eğer bazı şeylerin değişebileceğine inanabilirdim belki. Ama çalıştı. Bu sebeple ki, her şey kaldığı yerden kalmaya devam etti dünkü gibi; sen dahil, ben yalnız, hayat gittikçe daha şişko…
Ah Sevgili Sibel Kadastro… Ne vakit bir yerlerde Paul Ricoeur okuyan bi’kadın görsem usulca aklımdan geçtiğini bilmeni istiyor, kestane şekeri kulaklarından doyumsuz öpüyorum…
Hamiş: Mektubunu hangi adrese göndereceğimi bilme hakkımı da elimden aldığın için bunu da tıpkı diğerleri gibi emanete almak zorunda kaldım.
T.s.k,