Hepimizin çocukluğunu oradan buradan alarak, hiçbir kronolojiye tabi olmadan, protest bir tavırla anlatıyorum, farkındayım. Küfür Meselesi’ni anlatırken, ettiğimiz küfrü mazur, bizden sonraki nesillere de küfrü cazip gösterme değil asla niyetim. Olanı anlatmaya çalışıyorum dilim döndüğünce, fazlasını değil. O nesle hep ‘biz’ diyorum, anlatılamayacak bir aidiyet oluşturarak.
Bizler aynı zamanda “şunu yapma, bunu etme, buraya gitme” nasihatlerine en çok muhatap olan nesiliz. Ana ve babamızın korku duvarlarına en çok çarpan nesil bizdik ve bütün nesillerden farklı olarak sobanın sıcak olduğunu inatla en acı şekilde de biz tecrübe ettik. Salak değildik elbet, Allah vergisi bir tavrımız vardı bizim.
Babamızın katil olduğunu öğrenen öz babamıza edilen zulmün ana sebebi, bizleri ıslah (!) etme çabasıydı. Başlarımızı kaldırmamıza takat bırakmamak ve darağaçlarında sallandıramadıklarının evlatlarına büyük bir korku salmalarını sağlamaktı amaçları. Babalarımız direnebildikleri kadarıyla direndi, Allah razı olsun onlardan. Ancak içlerinde bir parça kıyamadığı için “gitme” demesi gerekirken bile gözleriyle “git” diyordu hepsi. Devletlûlar duymak istiyorsa eğer “git” vurgulu çıkarken dudaklarından “me” takısı silinip gidiyordu. Ocağı yakan yüreklerin evlatlarıydık nasılsa, tütmesi gerekiyorsa tüttürecektik elbet.
Çok başarılıydık. Bunu övünmek için söylemiyorum. En azından benim memleketimde bu böyleydi. Girdiğimiz sınavlarda ülke dereceleri yapıyorduk ve hepimiz 80 öncesi yürekleri dağlananların çocuklarıydık. Kamu-Sen’de toplananların “gümbür gümbür bir nesil geliyor” dedikleri çocuklar/evlatları bizzat bizdik. Bilmiyorum, o yürekleri kocaman ama yaralı adamlar önümüzün hiçbir şekilde açık olmadığının farkında mıydılar yahut bu sefer başaracağız diyerek evlatlarının yarım kalanı tamamlayacaklarını mı düşündüler? Gerçekten, bilmiyorum. Ama bu hayâllerinin tek sebebi “bir gün elbet” olacak olana iman etmelerinde saklıydı. O adamlar karanlığa küfür etmiyorlardı, aydınlığın hâlâ bir yerlerde olduğuna inanılan zamanlardı.
Fırsat eşitliği gibi bir masal vardı ve biz önümüze konulan soruların çoğunu doğru cevaplıyorduk. Babamızın siyasî görüşünden, sicilinden, annemizin başörtüsünden dem vurulmadan yalnızca işaretlediğimiz doğru sayısınca ödüllendiriliyorduk. Ülkenin en iyi liseleri (daha sonra en iyi üniversiteleri) kapılarını bizlere açmak zorunda kalıyordu. Farkında değildik bazı şeylerin, gözlerimiz alev alev yanıyordu, hallolmayacak bir mesele görmüyorduk. Belki de işte tam o zaman, şöyle okkalı bir küfür savuracak zamandı aslında ancak ben henüz küfür etmiyordum. Yine sonradan öğrendik ki; o yıllarda ülke hızla özgürleşmekteydi, küfür etme alışkanlığını kazandığımız hızla…
…
(Üç noktanın hikâyesini bilenler bilmeyenlere anlatsın, bir anlam daha ihtiva ediyor elbet, yazı devam edecek. Baki muhabetle…)