Kapıyı tıklatıp ürkek adımlarla girdi içeri. Üzerinde kağıt yığınları olan masanın karmaşası bu oda da yapılan işin ciddiyeti ve önemi hakkında yeterince bilgi veriyordu. Masanın sahibi olan doktor, ütülü beyaz önlüğü, kravatı ve boynuna özenle yerleştirilmiş steteskobu ile masaya inat düzenli bir görünüm sergiliyordu. Duygusuz bir tebessümle ‘’buyrun’’ diyerek eliyle hemen yanı başındaki koltuğu işaret etti. Patoloji laboratuvarından aldığı zarfı, idam kararı verilmek üzere olan mahkumun merakı ile uzattı. Doktor kağıdı dikkatlice inceliyordu, mimiklerinden hiçbir anlam çıkaramıyor, sadece işini ciddiyetle yaptığı izlemine kapılıyordu.
‘’Beyefendi, kızınız maalesef lösemi’’
‘’Efendim’’ diyebildi sadece sessizce. Doktorun dediklerini eksiksiz duymuştu, ama yanılıyor olmalıydı. Zihni bir oyun oynuyordu, bunun kabus olacağını umacak zamanı ve kendine bir çimdik atacak takati yoktu. Kahvede çayına oynadığı iskambili saymazsak ömrünce kumar oynamamış fakat şimdi bütün umutlarını yanlış anladığı üzerine bahse girmişti.
‘’Lösemi, yani kan kanseri’’.
İlk ciddi kumarında bütün umutlarını kaybetmiş, payına ise sadece düşünceler yumağı kalmıştı. Doktorun sözlerini ne kadar rahat, ciddi ve soğukkanlı söylediğini fark etti, sahiden kendisi de ailesine bu kadar rahat söyleyebilcekmiydi. Günde kaç hastaya aynı sözleri söylüyor diye düşüncesinin devamını getirecekti ki, şu an doktoru düşünmenin gereksizliğini fark etti. Kızı ölecekmiydi? Ölümüne nasıl dayanabilirdi, tek tük olsa da okuduğu romanlarda, televizyonlarda gösterilen sinema filmlerin de çocuğunu kaybedenler deliriyordu. Delirmek nasıl birşeydi?
Kızının yokluğunu hissetmeye çalıştı, acı bir şeydi ama tarif edemiyor, tam manasıyla hissedemiyordu. Kızımı ne kadar çok seviyorum diye sorarken, bu düşünceyi de beyninden kovmaya karar verdi. Eşi duyunca ne tepki verecekti, bağırıp ağlarmıydı, kendisi soğukkanlı karşılamıştı, ya da ağlamamak, bağırıp çağırmamak soğuk kanlı karşılamak mı oluyordu. Doktor kınıyor mu beni, üzülmediğimi mi düşünüyor?
Hiçbir şey düşünmediğini, sadece ne düşünebileceğini düşündüğü fark etti, düşünce yumağını çözmek için ipin hangi ucuna sarılsa daha da karmaşıklaştığını farkedemedi. Tüm gücüyle doktorun söylediklerine odaklanmaya çalıştı.
‘’Malesef tanı da geç kalınmış’’ diye devam ediyordu doktor.
‘’Geç mi kalınmış, daha 8 yaşında, ne kadar geç kalınılmış olabilir ki ‘’ bu sözü zihninden mi geçirmişti, yoksa sesli olarak mı dile getirmişti ayırt edemedi…
(üç nokta devam edecek anlamındaydı değil mi?, bir anlamı daha varmış ama onu Ahmet Oğuz Atalay’a sorun.)