“ …; belimiz bükülmüştü…”
Duvarıma vuran ışıklarda, her gece bir dünya kuruyor, gözlerimi kapatınca da yıkıyorum. Bazen evin karşısındaki hastanenin önünde bekleyen ambulansın ışığı vuruyor. Orada da bir dünya kuruyorum, sonra acı bir sesle o da yıkılıyor. Çığlıklar, ağıtlar, öfkeli bağırışlar ile yeni bir dünya daha kuruluyor. Sesler, duvarımda yazmasıyla ağzını kapatmış, gözleri yaşlı kadına ve yumruğu sıkılı, küfürler savuran öfkeli bir adama dönüşüyor.
Her defasında dönüp dolaşıp çocukluğumdan kalma o sahne ile bütün dünyalar yıkılıyor. Köyde, tahta balkonlu taş evin önündeki kalabalığı görüyorum. Ben bir yere saklanmışım. Gizlendiğim yerden omuzlarına kadar beyaz örtüyle örtülmüş bir şekilde, tahta seyyar musallanın üzerinde yıkanan, saçı kınalı, yaşlı kadını görüyorum. Bir de bu seyyar musallanın, ölü olmadığı vakitlerde köy camisinin önünde, üzerindeki kuru soğanlarla duruşu gelip silinmez bir anı gibi karşıma dikiliyor. Hangi batıl inancın içerisinde bu soğanlar hala anlayamıyorum. Gerçi soğan neyin içine girse tat verir.
Ben caminin içine giriyorum. Gözlerim ağırlaşıyor. “Dur” diyorum kendime, “dur, yıkma bu dünyayı, sonunu gör” diyorum. Biri kalkıp mihrabın yanındaki küçük kitaplıktan bir kitabı seçiyor. Başından bir iki sayfaya bakıyor, sonundan bir iki sayfaya bakıyor, sonra kitabın geri kalan kısmıyla ilgili bir fikre varmış olsa gerek, kitabı aldığı yere geri koyuyor. O an kitaba bir yüz yakıştırıyorum. Neye uğradığını anlayamamış, şaşkın ve kırgın bir yüz. Kitap da imkânı olsa “gerçekten ben de mi bir sorun var acaba” diye başından bir iki sayfaya, sonundan bir iki sayfaya bakacak. Hakkında peşin hüküm verilmiş bir insan yüzüne dönüyor kitaba yakıştırdığım yüz. Kitaba kendimden bir suret mi verdim orasını ben de tahlil edemiyorum ama o okunmaya tenezzül edilmeyen sayfalar benim. Kapağımın üzerindeki tozlar üflenmeden, yine raftaki aynı boşluğu konuldum.
Rutubet kokan kitapların arasından daha net görebiliyorum camidekileri. İşte Ziya yine aynı yerde. İki elini, gözlerinin altından ağzını ve burnunu kapatacak şekilde soğuk yüzüne yapıştırmış, duyulabilen bir tonda, iniltili bir şekilde dua ediyor; “Allahım” diyor “Allahım”. Biz sadece bunu duyuyoruz. Ziya’nın yanındaki, duasını unutan kızgın ihtiyar “Allah’ın kulağı sağır mı Ziya, sessiz et duanı!” diyor. Hâlbuki Ziya da biliyor, Allah semi ve basardır. Ama Ziya her zerresiyle işitilmek istiyor. Ben seni duyuyorum Ziya. Gel gör ki bir hükmü yok.
Zaten işitilmek, bilinmektir. Ben seni bilemem Ziya. Ben sadece duyuyorum. Sen de zaten Allah’ın evinde Allah’tan gayrısını muhatap almıyorsun. Sana kızan amcaya da kızmıyorum Ziya, o haklı bir nebze. Senin yüzünden surelerini karıştırdı adamcağız ama herkesin bir ritüel sergileme yerine dönen ya da maç saatlerinde emniyete gidip imza atmak zorunda kalan, stada girişi yasaklanmış birisi gibi gelip yatıp yuvarlanıp imzasını attığı bu yerlerde kimsenin kimseye tahammülü yok Ziya. Bunlar, köpekler uluya uluya ağlarken onların ağlamasına zikir diyecek kadar “derin görüş sahibi”, sen ağlarken de seni it gibi kuytuda bırakacak kadar da kördürler.
“…ama gene de kendimiz olmakta direniyorduk”
Birisi kalkıp duvardaki takvimden, en altında ismimin yazılı olduğu bir yaprak koparıyor. Kopardığı yaprağı pencere kenarındaki diğer yaprakların arasına bırakıp üzerlerine pencere kapanmasın diye orada bırakıldığı belli olan bir taş parçası koyuyor. Bir şeyin kapanmasına mani olmaktan ve yara açmaktan başka bir işe yaramayan taş. Tutunabilecek bir taş olmadığı gibi ayağına bağlayıp intihar etmene yardım edebilecek de bir taş değil. Ama orada öyle üzerimde, beni uçuracak meçhul ve müstakbel rüzgâra meydan okurcasına duruyor.
İsmimle değil de bir yerden yarım yamalak, fırlatıp atılır gibi koparılmanın sebep olduğu yırtık ile tanınacaktım artık. Peki, bu taş niye? Ağır değil ama çok ağrıma gidiyor. “Benim üzerime mi bırakıldı, yoksa ben mi bir taşın altına girdim” diye düşündürtene kadar pencerenin kenarında öyle bırakacaklardı beni. Okumayacaklardı ama “belki üzerinde ayet yazılıdır” diye envai çeşit atığın olduğu çöplüklere de atmayacaklardı. Yakmak gibi bir lütufta bulunacaklardı. Belki de asabi bir ihtiyarın taş evine zoraki misafir olup onun titreyen ellerinde bir sobayı tutuşturacaktım. Yüzlere baş ağrıtırcasına vuran ısıyı ben başlatacaktım. Her zerresiyle sökülüp giden her şeyin bıraktığı iz gibi bir iz bırakacaktım en nihayetinde ama çekip koparılmak ve bir taşın altına konulmak… Bu, taştan ağır.
Derken mavili ışık vuruyor duvara. Bütün dünyalar yıkılıyor. Kınalı saçlı ölü, seyyar musalla, soğanlar, tozlu kitap, yırtık takvim yaprağı, Ziya… Hepsi enkaz altında. Mavili ambulans ışığı epey kaldı duvarda. Kadın yazmasıyla ağzını kapamadan yani telaşesi ağlamaya dönmeden, adam öfkelenmeden yani yumruğunu sıkıp da küfretmeden evvel gözlerim hafif hafif kapanıyordu. Kapansın.