İçeriğe geç

Eften Püften Meseleler-II

Şu an kendimi bir makine gibi hissetmiyorum. His kısmını çoktan geçtim, artık bir makineyim. Şair diyor ya; makineleşmek istiyorum diye, ben tekrar insan olmak istiyorum. Yine ne bok anlatıyor diyorsanız eğer, naçizane saçmalama ihtiyacım var, yalnız değilim ama kendimi yalnız hissediyorum, bütün derdim bu. Sahip olduğum hisler ile birlikte hâlimi, bir müddet içerisinde, paylaşmazsam patlarım. Ki müddeti uzatmamam lazım, uyumak gibi bir mecburiyetim var, yoksa yarın zaten çekilmesi mümkün olmayan mesai denilen zıkkım sonum olabilir.

Hâlbuki uyku bir zevktir benim için, bilenler bilir. Vaktini ve müddetini ben tayin ederdim insan olduğum zamanlar. Buğra’ya bir selam çakalım henüz yayına sokmadığı 40 nolu yazısına istinaden, gönlümüz şenlensin. Bu vakitten itibaren 18 no ile yayınlaması da icap eder aslında. Alperen’in sıradan adamına da bir nebze vücud verelim, hâlimiz netleşsin. O iki yazıyı da henüz okumadı iseniz bu yazıyı burada bırakıp önce onları okuyun, sonra buyrun misafir edeyim sizi.

Sabah 6.30’da çıktığım eve akşam 18.30’da girip, 12 saat ayırdığım şeyin sadece karın doyurmak maksadıyla yapılan bir meşgale olduğunu çok değil bir asır öncesinin adamına söylesem, önce beni döver ondan sonra da bir sanat öğrenmemi salık verirdi. Garibim bilmezdi ki; bir asır sonra kapitalizmin iliklerimize işleyeceğini ve yüksek tahsil yapmanın, geliri kâğıt üzerinde artırırken, yaşam kalitesi denilen meymenete hiçbir katkısı olmayacağını… O zaman ticaret ile meşgul ol derdi ve eklerdi rızkın onda dokuzu ticarette diye… Sermaye gerektiğini belki anlatırdım ama sermayesiz yapabileceğim ticarette önümdeki en büyük engeli anlatamazdım kesin. Adam, zabıta denilen bir canavarın zuhur ettiğini nereden bilecek, ben nasıl anlatacağım…

İstanbul imparatorluk başkenti falan diyorlar ama külliyen yalan. İstanbul, makinelerin ve yalnızların başkenti… Aynı zamanda baba parası yiyen hovardaların… Seçim şansınız yok, kısmetiniz neyse öyle kabul edeceksiniz. Sabahın köründe kavgaya koşuyor sandığınız kalabalığın vapura koştuğunu, ekmek sırası bekliyor sandığınız kalabalığın 30M namlı belediye otobüsünü beklediğini ikinci gün öğrenmiş oluyorsunuz. Sahi, sonuçta ekmek kavgasına koşuyor herkes ve günde en az 12 saatlerini alıp üstüne bir de karın doyuracak parayı anca verdiğiniz insanlar (!), evden dışarı işe gitmek maksadı dışında zor çıkıyorlar. Tabii bir de İstanbul’da Ramazan’ın TRT ekranlarındaki gibi olmadığını ve iftar menüsü namlı kapitalist ürünün asgari 40 ekmek fiyatına servis edildiğini öğrendiğinizde, nevriniz dönüyor.

Ve insanlar düşünmeye vakit bulamıyorlar. Sorgulayacak, itiraz edecek vakitleri yok hakikaten.

Ben mi? Henüz kendimi yalnız hissetmediğim ve insan olduğum zamanların kırıntılarını tüketiyorum. Martıya kocaman ekmek atmayı insanlık zanneden robotun, selam vermekten imtina ettiği milyonluk şehirde yarınki görevimi icra etmek maksadıyla yatıyorum. Sahur dediğin birkaç bardak su artık… Vakit tamam…

Yalnızlık hissini tavsiye etmem kimseye, intiharın yahut boş verişin ilk adımıdır bu. Mutluluk mu? Küçücük çocuğun ideallerinde saklı kalmaya mahkûm…

Muhabbetle…