İçeriğe geç

Serencam (yahut Kekeme-VI)

“Sen anlamazsın tabii…”

Hiç olmak istemediğim yerde, hiç olmak istemediğim biri değilken anlamamıştım, olmak istemediğim o yerin, olmak istemediğim o kişiden beni sakladığını. Kınadıklarımın, bir kader olarak bütün bir yaşamıma saniye saniye giydirildiği bu günlerde, yani “ama”lı, “fakat”lı, tevil üstüne teville yükselen bu kendimi kandırmalı günlerde anlamanın bir önemi kalmış mıydı? Neyi düzeltecektin? Bak, çocukken kulağına okunan şarkı, radyonun cızırtıları arasından kendine yol buldu ve çıktı geldi, geldi de alacağın ne kaldı ondan.  

 “Bitti” diyordu Serencam sürekli. Bazen kızıyordu da bana. Gerçeği görmemekle suçluyordu beni. Ömrü, kendisine yöneltilen bakışlardan sakınmakla geçen birisi için, hakikaten görmenin ne derece ıstıraplı bir iş olduğunu bilmeden. İlk başta vehim gibi gelmişti bu. Uykularımdan kalma kâbuslardan birer parça zannetmiştim Serencam’ın sesini.  Sonra “vesvesedir” diye düşündüm. Sonra “ne vesvesesi ulan” dedim. Yarım ağız bir besmele ile kovduğumuzu zannettiğimiz şeytanın bize musallat olmasını gerektirecek hiçbir gerekçesi yok. Yedekler listesinde bile değiliz.   

Kalktım ve üzerimde bir ağırlıkla çıktım evden. Bildiğim her şeyi evde bırakarak… Yürüdükçe, üzerime kilo kilo binen ağırlığın, ıslanmış ve birbirine dokunduğu yerden iplikleri başkaldırmış, bu kırçıllı palto olmadığını biliyordum sadece.  Bilmenin de anlamaya çok bir faydası yoktu gerçi.

Uzunca bir yol yürüdüm. Zamanın bilediği kardeşlik bıçağı, arkadaşlık bıçağı, dostluk bıçağı, adı her neyse işte, onu uzatıp “ben bu göğsümü senden başkasına yardırtmam, al bu bıçağı, al da bak kalmış mı bir soru yahut cevap” demeye yürüdüm. Onun, orada öksürüklerden başka bir şey bulmamasından korkarak yürüdüm. Kapısını çaldım, “kim o?” dedi. İlk defa bu kadar zor geldi bu soru. “Benim” desem neyi kastedecektim? “Benim” desem, sen ne anlayacaktın? Bunca zaman yanımda taşıdığım bu “ben”i yıllarca neyle itham etmiştim.

“Aç Serencam, ben geldim. Ben Muntazam.”

“Anlamak için, insanın bazı eksik yönleri olmalı.”

Ellerimizi pisliğe sürmediğimizi ama ellerimizi yıkadığımız suyun kirlendiğini anlattı Serencam. Sesimizin, birbirimizden başkasının bizi duyamayacağı kadar kısıldığını,  konuşacak kelimelerimizin olmadığını anlattı. Gülüşümüzün iltihaplı bir yara gibi yüzümüzden aktığını, eskiden gözyaşlarımızdan tanınırken artık onların bizi tanınmaz bir hale getirdiğini anlattı. Kelimelerimizin bittiğini…

Sonra sesini iyice yükselterek;

“Bitti.” dedi Serencam. “Biiittii!”

“Bütün bu bitmişlik, bir mağlubiyeti kundakladı. Mağlubiyet bu… Anasının “seni doğuracağıma taş doğuraydım” dediği, babasının “olmaz olsun senin gibisi, yıkıl karşımdan rezil” dediği hor görülmüş evlat yani. Anası elli, babası yüz elli olan gayrimeşru bir galibiyeti herkes gönüllü evlat edinmeye can atar. Ama mağlubiyet öyle mi? Mağlubiyet, kundağıyla, sebebi görülen bütün şeylerin ve her şeylerin kapısına bırakılır.  Bırakılan kapıya, bir not dahi yazılmadan. Çünkü sorumlusu o kapının ardıdır ve adını da o koymalıdır.”

“Kapının ardı neresi, kim var orada? Biz mi?” dedim. Güldü Serencam. O an başımın üzerinden ayak başparmaklarımın ucuna kadar bir ağırlık indi, gözlerim karardı. Hırıltılı bir sesle; “Yoksa biz… Biz kapıya bırakılan…” diyebildim. Güldü Serencam, iltihaplı bir yara belirdi yüzünde.

Kalktım ve dışarı attım kendimi. Paltom orada kaldı. Ulaştığımızı zannettiğimiz kapılara bulaşmışız meğer. Bunu kabullenmem lazımdı. Bizi, bitmişliğin “b”sine koymuşlar, biz de onu ulaştık zannetmişiz. Biz, zanmışız. Bunu nasıl kabulleneceğimi bilmiyorum, ağrıma gidiyor.