İçeriğe geç

Yarım Kalmış Cümlelerin Öznesi: Hüzünle Sarmalanmış Kış

Kış henüz gelmediği halde kışa dair cümlelerim var ama nedense hep yarım kaldılar. Belki de yarım bırakıldılar. Beyazın saflığına bürünmese de toprak, düşlerimde kâinat artık başka bir haldeydi. Çünkü siyahtan beyaza doğru seyreyleyen âlemin tebdil-i kıyafetinde siyah kadar beyaz da o denli ahenkliydi.

Siyahla örülü gecenin güzelliğine rağmen, siyahın temsili nedense hep ‘kötü’, ufacık bir lekede kirleniveren beyaz ise nedense hep ‘güzel’ idi. Beyazdan daha güzel duran siyaha inat, birçok adam koro halinde beyazın safını tutuyordu. Bilmedikleri bir gerçek vardı. Sahi, artık körlük siyahtan beyaza doğru akıyordu.

Henüz tükenmedi bütün kelimelerim. Her yarım cümleye, rastgele serpiştirdim her birisinden. Cümlelerimin tamam olmamasının müsebbibi onlar değil. Ne söylediğini bilen ama ne söyleyeceğini bilemeyenlerin -aslında tecahül-i arif edenlerin- halet-i ruhiyesinden ötürü natamamdılar. Yarımlıkları anlamlarının eksikliğinden değil, şekil kavgasına düşmüş adamların duydukları kaygıyı taşıyamamaktan ileri geliyordu, böylece şekillere inat bütün manalarını yarım olmalarına borçluydular.

Gerçeğe/tarihe/kadere çevirdim yüzümü, bir dağ rüzigârında henüz bıyıkları terlemeden düşlerim de dondular. Asırlık intikamın bir dağ zirvesinde donup, kadrajını bulamamış/haddini bilememiş bir iftiraya kurban edilebileceğine de, o delikanlılar, aldırmadılar, çünkü inanmıştılar. Sayıları binler de olsa, yüzler de olsa, hepsini geçtim bir bile olsa;

 

‘Sırf unutmak için, unutmak ey kış!’

                                               Ahmet Muhip Dıranas

 

‘Savaş ve Barış’, ‘Suç ve Ceza’, ‘Yüzbaşının Kızı’, ‘Ölü Canlar’, ‘Babalar ve Oğullar’ ve bil cümlesi aylarca dört duvara mahpus kalmanın hediyesiyken, bizim hissemize tifüsün ölüm çağıran nefesini düşürdüler. Galibi mağlup kılarken, neredeyse bütün bir seneyi beyazlar içerisinde geçiren bir millete medeniyeti ‘beyaz’ diye bildirdiler. Yokluğun kazanacağı zafere, gölgeler halinde fırtınalar, tipiler, boranlar düşürdüler. Sahiden, o kar taneleri bizlere neler ettiler.

And olsun geceye…

Ve fecre…

Dokuz şehir üstüne inşa bir şehri önce onlar terk ettiler.

Silahın, barutun, topun, tüfeğin karşısına yüreğini koyanların, bahar müjdesini vermesi çok sürmedi. Mademki elini ayağını çekmişti beyaz, vakit; al kanlara bürünmüşlerin geçmişte hile bulaşmış topraklara bu sefer, yiğitliğin ne olduğunu gösterme vaktiydi. O yiğitler de aynen öyle yaptılar. Agamemnon’a bu defa mağlup olmanın acısını tattırdılar. ‘İliada’ da neymiş, onlar destanların daha büyüğünü yazdılar. Biz Çanakkale dedik ismine, onlar isim koyacak vakti bile bulamadılar.

Sonra kan kusturan o demir canavarlar, geldikleri gibi gittiler. Şehr-i Sultan’a daha sonradan gelmiş bile olsalar, nihayetinde yarım kalmış bir intikamın acısını, kışın hemen ertesinde, tattılar.

Makûs talihin döndüğü bir an mıydı yaşadığımız? Evvelinde ve sonrasında, çilenin bütün tonlarının beyazdan başlayarak siyaha bile sirayet eden yakıcılığının bir gün son bulacağının ilk müjdesi… Sahiden öyle mi? Siyah gecelerin beyaz kâbuslarından hürriyet diyerek uyandığımız yeni günlerde

 

‘Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık’

Yahya Kemal Beyatlı

 

Binlerce yıl öncesinin ihanetini tarihe gömememişiz Troya’da. Demek ki batıramadığımızdan hâlâ canlıymış Agamemnon bu denli. İçimize kızıldan bir at sokmayı yine başarmışlar. Kış medeniyeti, bu sefer kızıllar giyinip koşuyormuş bağrımıza. Kimseler fark edememiş. ‘Onlar’ dışında… Bir dağ yamacında düşmanından çok soğukla yahut tifüsle mücadele edenlerin çocukları henüz donmamışlar. ‘Onlar’ henüz ölmemişler. Zaten onlar hiç ölmediler. Destanların en büyüklerinden birisini yazanlara layık olabilmek kaygısı, yine yarım bıraktırmış gençliklerini. Onlar yarım olmaya ezelden talipmişler.

Derken…

İhanetle bezeli ölüm üzerimize siniyordu. Yeni kurbanlar ve sahiden kahramanlar istiyordu ölüm. Dağ zirvesinde donan ümitlerim, bir boğaz kıyısında yeşeriyor, kuzeyden içime sokulmuş bir kızıl atın bağrından, yeniden ve bir kez daha canavarlar görüyordum.

Kış yine yapıyordu yapacağını. Sonradan üzerlerine nice romanlar, nice şiirler, nice senaryolar yazılacak olan ‘68’ namlılar, namlarını aldıkları senenin hemen başında, Ocak’ın 4’ünde, haklarında ne romanlar, ne şiirler, ne de senaryolar yazılan bir neslin karşısına kurşunlarıyla dikiliyordu. İşte yine başlıyordu kış. Kılıçlar kırılıyor, kuzular kurban ediliyor, teslim bayrağı çekmemek adına kanlar dökülüyordu yine.

Bir sahne… Ölüm beyazı sinmiş bir fotoğrafa. Yine kar, yine tipi, yine boran… Sahi, hep beyazlara inat mı yazmak düşüyordu destanları. ‘Ocak’lıydılar. Omuzlarda bir şehit,

 

‘Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine.’

                                               Cahit Sıtkı Tarancı

 

Dört mevsimden birisi kış… Ancak bizim hissemize hep kış düşüyordu. ‘Eylül’e güz ismini koyan insanlık yine yanılıyordu. Bir darağacı kuruluyordu düşlerime tekrar, pehlivanlar yine kışı yaşıyordu. Kırk kere İsmail olanlara, İbrahim olamıyordu babalar. Babamız katil oluyordu.

Ah ‘kahpe eylül’ seni dikkate almıyoruz. Susmak düşüyor hissemize bu yüzden. Yeni takvimler yazıyoruz böylece, ‘eylül’ü kıştan uzak tutuyoruz. 80’in eylülü seni bütün takvimlerden çıkarıyoruz. O yüzden hakkında ne kadar az laf edersek o kadar az canımız yanıyor.

Sen de faniydin elbet. Biliyorduk. Sonsuza dek biz varız, sen ancak yıkık düşlerimizde bir karanlıksın. Yine biliyorduk, biz varken

 

“Karanlığı, bembeyaz bir yas tutar.”

Ömer Lütfi Mete

 

Kışı kışta da yaşadık, henüz vakti gelmeden de dayanmıştı kapımıza kış. Ama hiç hatırlayamadık, elini eteğini çektiğinden sonra ansızın kapımıza dayandığını. Ya tarihten sen silmiştin o hatıraları yahut da içerisinde sen varsın diye biz hatırlamak istemiyorduk. Bir bahara hazırlanırken hepimiz, ansızın çıkıverdin karşımıza. Bir kere daha donduk. Ölümün beyazında ölümsüzlüğün siyahını ‘Nisan’a sığdırdık bu defa. Abdestlerimizi tazelediğimiz

 

‘Dünyanın en uzun hüznü yağıyor

Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne

Kar yağıyor ve sen gidiyorsun’

Erdem Beyazıt

 

‘Kışlak’lara kapananların bu girdaptan çıkma vakti değil mi artık? Medeniyet hamlesinin kışsız yahut da kışın medeniyetsiz olmayacağı gerçeği yüzümüze her dem bir ayaz gibi vuruyor. Sıcağa sıkı sıkı sarınanların, rahat yataklarına karı yorgan yapamamış olması, kışın gaddarlığını bir kabul… Topyekûn bir hamlenin, bir insan fırtınasının, tipi ve boranlara karşı durmasının vakti… Bir kış vakti, donduran soğuklardan kalktığımızda

 

“neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı

karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.”

                                               İsmet Özel

 

Tam biterken yazı, yılın ilk karının henüz yağmamış olması neye işaret? Yahut da tam bu yazıyı bitirmeye çalışırken hararetli bir tartışmanın yanı başımda zuhuru, kışın henüz gelmediğine dair bir kanıt mıdır? Yahut çıktık mı artık ‘kışlak’larımızdan?

‘Kış’ dedik ve tekrar susuyoruz.

Kış henüz gelmediği halde kışa dair cümlelerim var ama nedense hep yarım kaldılar. Belki de yarım bırakıldılar. Beyazın saflığına bürünmese de toprak, düşlerimde kâinat artık başka bir haldeydi. Çünkü siyahtan beyaza doğru seyreyleyen âlemin tebdil-i kıyafetinde siyah kadar beyaz da o denli ahenkliydi.

‘Beyaz’ın körlüğünden, kapkara dünyamıza yeniden uyanmak vakti…

Artık körlük siyahtan beyaza doğru akıyorken…