İçeriğe geç

Tılsım – Sonbahar; Yaprakların Hüzünle Dansı

 Önsöz

Bilinmezliğe atılıyordu her bir adımı… Gözlerine hüzün oturmuştu; başı önde, elleri ceplerinde serin bir sonbahar gününde, şehrin tüm gürültüsünden soyutlanmış yürüyordu… Kulağına kuş cıvıltılarını doldurmaya çalışıyordu korna seslerinin yerine… Ve rüzgâr sarmalıyordu onu, merhametle kollarını açıyordu ona. Üşüyordu, ama rüzgârın soğukluğunda aradığı sıcaklığı buluyordu… Kimsenin duyamayacağı bir şarkıyı mırıldanıyordu… Kimsenin göremeyeceği çocuklarla koşturuyordu parkta… Adımlarının önüne düşmek üzere olan bir yaprağı farketti… Usulca süzülüyordu gökyüzünden… Duraksadı ve seyretti. Rüzgâr’ın armağanı… İçinde ne fırtınalar kopmuştu… Hayallerinin umut dolu mavi gökyüzünden kırılıp dökülmesiyle etrafını kara bulutlarla bürüyen sessiz fırtınalar… Ardından; tam da fırtınanın göbeğinde ufak ufak sesinin çıkmaya başladığı zamanlar… Gündüzden çok geceyi sevmeye başladığı zamanlar. Bulutların arasından doğmaya çalışan, karanlıkta bir ışık huzmesi: Ay ışığı… Belki esip geçme sevdası, belki de üzerine düşeni yapıp gitmek. Veda etti… Aslında tam olarak bir veda değildi, hep yüreğinde taşıdı. Ve giderek ağırlaştı. Yine de her şeye rağmen vazgeçmedi o yürekten. Sonra bir gün; bin bir fedakarlıkla taşıdığı, kıymet verdiği yürekleri içinde barındıran yüreği parça parça koparıldı ondan… Yalancı güneşlerle yanmış olduğunu gördü… Ay, dolunaydı o gece… Suskunluk yemini edildi… Rüzgâr maziye gömüldü. Ay ışığı savaşçısıgelmişti, sevgiyi yeniden tüm masumluğuyla yeşertmek için. Gerçek güneşin doğması için. Ve yokluğunda karanlığa hükmetmek için. Ne var ki; içindeki kırgınlık giderek küskün bir hale getiriyordu onu. El ayak çekiyordu, yitiriyordu inancını…TılsımTılsımın parçalarını birleştirmeliydi. Ve o kıymetli parçalardan biri de “Rüzgâr” idi. Rüzgâr maziye gömüldüğünde, yağmurlar yağdı, sorsalar hiç ağlamadı. Güçlüydü o. İncinen ruhu, rüzgârın kollarındaydı; asiliği ay ışığının savaşçı ruhunda; hüznü sonbaharın gizinde; söyleyemedikleri geçmişin dehlizlerinde… Rüzgâr gelmeyenin hikayesini fısıldar, yağmur özlenilene gözyaşı dökerdi… Dolunay, geçmişe düşen yakomozdu… Dalgalarla kıyılara vuran; anılardı… Denizin maviliğindeydi yine de umutlar… Gökyüzünden kırılıp dökülen umutlara kucak açmıştı…

Eğilip yaprağı aldı… Üşüyen parmaklarını gezdirdi yaprağın üzerinde… Hep sakladı o yaprağı… Saklayacaktı da… Elindeki sadece bir yaprak değildi. Bir yaprak olmaktan öte anlamları barındırıyordu. Tıpkı Zümrüdüanka Kuşunun son gözyaşı gibi… Tıpkı gökyüzünün yanaklarından süzülen yağmur damlalarının toprakla buluşması gibi… Yeniden doğmanın sancısına gebe “son”un hüznü… Sonu gelmeyecek “son”lar…

Sonbahar…
Yaprakların Hüzünle Dansı

“Bugünleri kendi seçti… Vazgeçerek…”

Yağmur yağdı yağacak gibiydi ama bulutlar inatla yağmur tanelerinin toprağa kavuşmasına izin vermiyordu. Rüzgarın esmesiyle, içinde fırtınalar kopanın bir kendisi olmadığını anladı… Yaz sona ermişti. Baharın tatlı gülüşüne kanıp da çiçek açan ağaçlara göz gezdirdi; rüzgara karşı direnemeyip; çiçeklerini döken kendisiymiş gibi aldatılmışlık hissi kapladı içini…Sanki hayaller harabesinde dolaşıyordu… Çiçeklerin kırık hayalleri anımsatan kokusu ruhuna işliyordu istemese de… “Acaba toprak kokusu da dolar mı içime?” diye sordu kendine. Minik yağmur tanelerinin bulutla vedalaşıp toprağa kavuşma zamanı geldiğinde; toprağın o eşsiz armağanı: mutlulukla taçlanan vuslatın müjdeleyicisi… Belki o zaman, mutluluklar düş kırıklıklarını unutturur, kırılan kanadımı sarar da yeniden mavilere uçmama izin verir; diye düşündü. Yüreğinde şimşekler çakan sadece o değildi. Bulutlar kaplıyordu dört bir tarafı, içini ürperten soğuk rüzgarla. Gök gürültüsü acı bir haykırış; bulut pes etmemekte inat eden ağlamaklı hırçın bir çocuktu sanki… Buluta “Gel çocuk seninle bir olalım; bugün, kimse görmeden ağlayalım sessizce” diye fısıldamasıyla, gözyaşları usulca süzüldü gözyüzünün yanaklarından. Çiçeklerin elemine bulutun hıçkırıkları arkadaşlık ediyordu. Doğada hüzün hüküm sürüyordu sanki… Gökyüzünün yanaklarından süzülen her damlanın, yeryüzüne düşmesiyle toprak kokusu kaplıyordu çevreyi ve artık mutluluğun sahnedeki sırası geliyordu… Huzur dalga dalga yayılırken, hüzün el ayak çekiyordu doğadan ama onun ruhundaki hüznün gitmeye niyeti yok gibiydi… Hıçkıra hıçkıra ağlamak çocukluğunda kalmıştı. Gözyaşlarını içine akıtıyordu… Gün gelip de; o gözyaşlarının, kurduğu setleri tek tek yerle bir etmesi ve kendi içinde boğulması ihtimalini düşündükçe de korkar olmuştu kendinden. İçinde huzura yer kalmamıştı… Bu kadar mı zordu mutlu olmak, bu kadar mı uzaktı huzur ona? Kendisi miydi gözyaşlarına engel?.. Deryada düşüncelerin girdabına da kapılıyor, giderek kaybediyordu kendini. Şarkıların kalbi atıyordu bedeninde… Her solukla, notalar damarlarından ruhunun derinliklerine işliyordu. Bırakıyordu kendini sonunu bilmediği yarınlara…

– N’oldu sana? Ne bu hal? Sen böyle değildin…
– Evet değildim ama…

“Ama”lara inanmamıştı ki hiçbir zaman. Onlara sığınamamıştı ki hiç! Sadece bazen suskunluğun limanına demir atardı kelimeleri o kadar. “Ama”… Öncesindeki cümleyi anlamsız kılan bağlaç. “Ama”sı filan yoktu; vazgeçmişti işte. Ve işin en kötüsü umuda değil de “aynı son”lara inandığından beri; hayallerinden vazgeçmekle kalmayıp bugün yapabileceklerinden bile vazgeçiyordu… Bir şarkıda duymuştu: “Farkı yok aslında sonların…” Nedendi bu çaresizliği kabulleniş?.. Neden hep geçmişin adımları, adımlarından daha hızlı olmak zorundaydı ki? Neden her seferinde önüne çıkıyordu… Ve neden her seferinde karşı koyamıyordu! Toparlanıp bir şeyler yapmalıydı artık… Yorgundu. Tüm yorgunluklarının durağı bugündü sanki. Ve tüm yarım bırakılanların ortalığa saçılma vakti… Vazgeçişler, hatalar…

Zihninde yankılanıp duran bir ses: “Sen böyle değildin”… Değiştiremediği şeyler onu değiştirmiş olamazdı. Yine de değiştiremediği şeylerle eskisi gibi mücadele etmek yerine, onlardan kaçtığını kabul ediyordu. Kaçmanın ya da görmemezlikten gelmenin bir kurtuluş olmadığını da, bu kaçışların yaralarını kanatmaktan başka bir halta yaramadığını da çok iyi biliyordu. Böyle zamanlarında “Böylesini istedim ve yaptım” diyerek kendini kandırmaya çalışsa da, aslında bu cümlesinin de en büyük kaçışı olduğunun farkındaydı. Çünkü “istedim” eyleminden önce gizlenen esas eylem; “Vazgeçmek” idi. Vazgeçmeyi istemişti. Yani hiçbir şey istememişti.

-Sen de böyle değildin! Bana bir şeyleri kanıtlamaya çalışmaktan vazgeç artık! İçimdeki labirentlerde kaybolan benim, sen değilsin. Ne kadarını biliyorsun ki olanların? Bir de geçmiş karşıma, ahkam kesme cürretinde bulunuyorsun. Oysa sadece birazcık anlaşılmaya ihtiyacım vardı. Bazen durumu bilmeyerek, bazen bilerek ama anlamadan; yaralarımı iyileştirmek için cümleler sarfettiniz. Sarfettiğiniz cümlelerin neye ait olduğunu bilmeden konuştunuz. Bu konuşmayı daha fazla uzatmanın bir manası yok. Eve gidiyorum ben!

Susuyordu; içindeki uçurumları kendisinden başka kimsenin bilmesini istemiyordu. Bilmek neyi değiştirirdi ki anlayamadıktan sonra? Hem içinde onları kaybetmekten de korkmuyor değildi. Onları, kendinden sakındığını anlayamıyorlardı. Belki bu tavrı acımasız görünebilirdi ama asla acımasız değildi. Sadece böyle olması gerekiyordu. Konuşmaktan onların uğruna vazgeçiyordu. Hala güçlü olmak için çaba sarfediyordu tüm yorgunluklarına rağmen. Güçlü olmalıydı.

Yitirdiği düşler… Yarım kalan hayaller… Onun için sonbahar bir mevsim olmaktan öteydi. Ruh iklimi sonbahardı. Sonbaharla dökülmüştü umutları, sonbaharla kurumuştu düşleri ama sonbaharla var olmuştu… Gülüşlerinin yerini hüzünlü gülümseyişler almıştı. Yalnızlık iklimindeydi. Bir zamanlar rüzgarla dans eden yapraklarının yerini; yerde, nemli çürümeye yüz tutmuş yapraklar almıştı… Kendini bitiriyordu rüzgarıyla.. Yitip gidiyordu düşlerinin ardından o da… Kuru bir yaprağın dalından koparken attığı acı çığlıklarla geçmişten siliniyordu! İçindeki çocuk ona kucak açıyordu…

Düşüncelerin her biri teker teker önce beynine sonra kalbine saplanıyor, henüz doğmamış umutlarına, hayallerine, geleceğine kan sızıyordu… Kan bürüyordu etrafını! Kırmızı sonbahar… Giderek en derinine saplanıyor; nefes alamıyordu. Kurtulamıyordu yaralarından; yaşanmamış senaryolarından… Yaşanmamış ama her gün ayrı birini seçip de yaşadığı senaryolardan…

Bir gün daha bitiyordu; sonu gelmeyen ve cevabını veremediği sorularla… Sadece acıyı hissediyordu biraz da kendini kandırma isteğini. Bir varmış; bir yokmuş; masal bitmişti. Ama yine de anlam veremediği bir inatla, bir umut kıvranıyordu içinde yeni güne doğmak için; umutsuzluğun dibine vurmuşken… Oysa yorgundu, bir o kadar da durgun… Ne söylenecek sözü vardı, ne de yaşanılacakların silik hayalleri… Kırgındı. Hem de umursanmadığını bile bile … Acıyı o denli hissediyordu ki; içinde yeniden filiz vermeye çalışan umutlar bile onun için bir acı kaynağı idi. Nedendi bu çaba? İstemiyordu artık. Vazgeçmişti her şeyden.

Zaman durmamış ama zaman onun için geçmemişti de… Her şey, bırakıp gittiği gibiydi… Zaten öyle olmasa yarası bu kadar kanamazdı. Hala açıktaydı her şey, kendisi bile dokunamıyordu… Gelmeyecekti biliyordu… İçi acıyordu. Bu denli buruk oluşunu anlatacak sığınabileceği kelimeler bile uzaktı ona. Düşünüyor, hissediyor ama konuşamıyordu… İçinde kopan bu fırtınalar da neyin nesi? Neden böylesine bir acı? Dinmek bilmeyen sızıları tüm varlığını hissettiriyordu benliğinde… İçinde bilmediği fırtınalar, onu yalnızlığın ve acının kıyısına vururken, aptalca bilincini kaybetmeyi umuyordu… Ne yaparsa yapsın içinden söküp atamayacağı bir şeydi bu… Çabalar nafileydi… Gün, son demlerini yaşarken; hava kararıyordu… Gözlerini kapıyordu umutsuzca ve feri kaçmış gözlerine gömüyordu ne varsa! İçinde nefes almadıklarından emin olunca yavaşça araladı gözlerini… Katil benliğinin soğuk nefesinin ürkekliğiyle kısılmış gözleri ufuk çizgisinde takılıp kaldı. Eve dönmeliydi artık.

Evin kapısını açmak için anahtarlarını ararken, gerçeğin pençesinden kaçıp gittiği diyarların anahtarları; “kitap”ları geldi aklına… Her akşam önüne geçemediği anahtar arama faslının sona ermesinin ardından; anahtarı kilidine soktu ve isteksizce kapıyı açtı. Zile basmayı ve kapının birisi tarafından açılmasını özlediğini farketti. Elini yüzünü yıkamak için banyoya gitti, yüzünü kurularken aynada kendisiyle göz göze geldi. Gözlerinde; kaybedeceğini, korkularının gerçek olmasına az kaldığını görebiliyordu. Hemen kaçırdı gözlerini aynadan ve hızlı adımlarla odasına doğru yöneldi. Okumaya başladığı ve ne zaman yarım bıraktığını hatırlayamadığı kitabı, yatağının başucundaki sehpanın üzerindeydi, toz tutmuştu… Eline aldı, kaldığı sayfayı açtı, birkaç satır okudu ve kitabı kapattı. Hayır, ihtiyaç duyduğu sözcükler bunlar değildi. Yutkunamıyordu; sanki her nefes boğazında ayrı bir düğümdü… Saat ilerliyor; sessizliğin gönüllü esiri simsiyah bir gecede yalnızlığın laneti hüküm sürüyordu. Masasına ilerledi, boş bir kağıt aldı ve bir şeyler yazmaya karar verdi:

“Gece… Düşüncelerimin kelepçelerinin çözüldüğü an ve karanlığa kelepçelendiğim an… Kelimeleri içimde daha fazla tutamadığım, perdelerin açıldığı an… Dolup taştığım belki de kustuğum an… Hayallerimin şakağına silahımı dayadığım an; geçmişin işkencesine kuzu kuzu gittiğim an…”

Bilmediği bir günün gecesinde zamanın pençesinde boğulurken bulmuştu kendini. Hayat, bir türlü uyanmayı başaramadığı karanlık bir uykuydu sanki… Varlığındaki yokluğu; anlam veremediği serzenişler… Anlam aramak; mantığını bulmaya çalışmak boşa. Kalemine sarılmıştı yarasına merhem olur umuduyla ama görüyordu ki çıkmaz sokakta önünü görse de görmese de değişen bir şey yoktu… Hayalkırıklıklarını, hüznünü dile getirse de dinmeyen fırtınalarına nasıl son vereceğini bilmiyordu. Bir çıkmazın, bir kaybedişin ve bir iç hesaplaşmanın eşiğindeydi. Tereddütle kalemini yeniden eline aldı:

“İsteklerimin avuçlarımdan kayıp gitmesine hiçbir zaman ses çıkaramadım. Bu saatten sonra da ses çıkaracak değilim. Acı hiçbir zaman insanı sırtından vurmaz, insanı katleden hep ansızın çekip giden mutluluktur. Acı sana kucak açarken; mutluluk ya ardındadır ya da koşup yetişemeyeceğin kadar uzakta…

“Geçmişin işkencesine kuzu kuzu gittiğim an…” Geriye dönmek mi? Zaman hiçbir zaman geriye doğru akmadı akmayacak! Ve geriye dönsem de bıraktıklarım eskisi gibi olmayacak! Her seçim, her an; geri dönülemeyecek bir çıkmaz. Ya mutlu olursun bir mutluluk çıkmazında ya da her an ensende bitiveren karanlığın soğuk nefesinden kurtulmak için acı çıkmazlarda döner durursun, yitip giden umutlarınla. Geri dönüşüm yok… Çıkış da yok! Hani zaman ilaçtır derler ya; palavra… Zaman bir halta yaramaz, aksine kanayan yaranın üstüne yeni yaşanmışlıkların yükünü ekler hiç acımadan. Derininde can çekişirken kabuk bağlamayan yaraların; içten içe kanar… Derinindir seni en çok yaralayan…”

Kalemini elinin içinde yuvarladı ve birkaç kelime geriye doğru gidip, “Derinin” kelimesinin üzerinden geçtikten sonra durup; acıya nasıl da kenetlendiğini düşündü. Yazmaya devam etti;

“Penceremden buğulu dünyama süzülen güneş buz tutmuş hayallerimi ısıtmıyor. En derinime saplanıp kalmış her biri; titriyorum… Kaybettiğimi sandıklarım aslında hiç benim olmadı değil mi ?

Bir çıkış kapısı umar gibiydi ya da bir sonu… Ama ne çıkış kapısını açmanın zamanı ne de sonun zamanıydı… Giderek daha derine çekiliyordu. Anlamsız gülüşlerinin gölgesinde bir bir acıları filizleniyordu. Yitirdiklerini akmayan gözyaşlarına gömüyordu. Yine bir çıkmaza yürüyordu ardına bakmadan. Ne zaman ne de kendisi yaralarını iyileştirebilecekti, biliyordu. Yaralarının üzerini zamanla yeni yaşanmışlıklar örtecek ve yetmezmiş gibi yaraları daha da kanayacaktı yaşanılacak olanların altında… Acıyla yoğrulması, düş kırıklıkları üzerinde gezinmesi ve hatta ayaklarından sızan kanla içindeki o masum çocuğu boğması gerekecekti belki de… Düş kırıklıkları… Umduğunu bulamamak… Dinmeyecek bir özlemdi hissettiği… Geçmişe ait değildi. İçinde acıdan kıvranan hayalleri ve… Sonu yoktu bunun biliyordu; sonu yoktu… Yine olmadık yere hüznün sokaklarında, hayalkırıklıklarını koşturuyordu umudun ardından… Ama umut gideli çok olmuştu… Sokaklar ıssız; sokaklar karanlık… Gücü kalmamıştı koşmaya, hatta adım atmaya…

“Sürüklesin hayat istediği gibi… Söz veriyorum neden diye soran gözlerle bakmayacağım yitip giden umutlarıma… Umut yok artık… Dibe vurmayı dilemek ama sonu gelmeyen düşüşlere esir olmak… Sen kaçtıkça yalnızlığın karanlıkta bile gölgen olabilmesi! Ağlamayı dilernek ağlayamamak… Hissetmerneyi istemek ama acının çığlıklarında en derinine saplanmak bıçak misali! Düşünmemeyi dilemek ama giderek düşüncelerin keskinliğinde onlarca parça olmak… Karanlıktaki onlarca “sen”i tanıyamayıp her birinde kendini kaybedip en sonunda tetiği çekmek…Ve; ve günaydın…”

Yazmaya daha fazla devam edemeyecekti, düşüncelerini uzaklaştırmaya çalıştı… Odasının yarı açık penceresinden esen rüzgarla dalgalanan perdeye daldı gözleri ve uyku dilendi: “Uyku, ört yarınımın üstünü artık; ört de ölüm döşeğindeki düşlerimin bir türlü dinmek bilmeyen korku nöbetleri de sona ersin…” Uykusu yoktu. Yerinden kalktı ve perdeyi açtıktan sonra; düşüncelerin yüküyle yüzünü eline dayayarak, buğulu penceresinden dışarıyı süzmeye başladı. Sonbahar gözyaşlarını yine onsuz döküyordu. Loş odasının duvarlarına sinen terkedilmişlik bir kez daha haykırıyordu yüzüne yalnızlığını… İçi içini bitirirken, yok olurken benliği karşısında; yağmur çiselemekle yetiniyordu rüzgar da okşarcasına esmekle… Rüzgarın dinginliği bu sefer uzaktı. Ruhuna; düşüncelerine, hayallerine, bedenine sığamıyordu! İçinde istemediği bir ben giderek büyüyordu… Ne demeli de; içindeki sancıyı en iyi şekilde tasvir edebilmeliydi kelimeler… Hiç değilse kelimeleri aciz kalmasaydı hayat karşısında… Kafasındaki sesler, bir gürültü haline gelmeye başlıyor, düşünceleri birbirine karışıyor, kendini anlayamıyordu. Masasına döndü, düşüncelerini kağıda dökmek için;

“Yok, hayır; ben yine yenik, yine çaresiz kalacağım haykırışlarla baş başa; dinmeyecek sızım dinmeyecek! Aynadaki manasız bakışlarımdan sızan düşüncelerimdeki arayış hali fazla bu yüreğe. Mazinin kırıntılarından beni toparlamak aslında o kadar zor ki… Belki de sonu gelmeyecek bir çaba… Kelimeler pusu kurmuş, hayallerim firarda ne olcak bu kural tanımaz oyunun sonu… Kendini ifade edememek, anlatamamak, düşüncelerine hapsolmak; ve hayallerinin senden firarına seyirci kalmak… Çaresizlik içerisinde can havliyle geçmişe sarılmak ve ansızın kendini mutlulukların, gülüşlerin mezarı; fotoğraf karelerinde bulmak… Bir ben var içimde; kontrol edemediğim, soğuk karanlık yerlerde mesken tutan…”

Ne kağıda, ne uykuya sığınabiliyordu. Dışarıya çıkmaya karar verdi. Az önce pencereden baktığı hayat tablosunun içindeydi şimdi… Nemli sokaklarda küçük adımlarla yürüyordu ıslanarak. “Şemsiyem kırılmış hayallerim ıslanır olmuş gözlerimin yağmurlarında; bedenim ıslanmış ne çıkar?” dedi ıssız sokakta bir başına “kayıtsızca” yürürken. Kayıtsızdı ama her adımını o kadar zor atıyordu ki… Islak hayallerinin ağırlığı altında ezildikçe her adımında; sanki geleceğinin bir parçasını ardında bırakıyordu. Tam adımları hızlanacak gibi olurken bu sefer de düşünceler bir alacaklı gibi yakasına yapışıyordu… Her defasında yere düşmekten, dizleri ve elleri yara bere içinde kalmış; ayakları tutmaz olmuştu hayat yolunda… Yüreği yaralar arasında çırpınmakta iken her yeni adımda daha da korkaktı… “Bir ben var içimde korkak, hayalleri yitik, düşüncelere esir…” dedi ve yürümeye devam etti.

Attığı adımların bilincinde olmadan öylece yürüdü bir süre… Duraksadığında, nereye geldiğini bilmediğini farketti. Ruhu düşüncelerle öylesine bulanmıştı ki; her an kusacakmış gibiydi… Eve dönmeliydi, bu düşünce enkazını temizlemenin tek yolu kağıt ve kalemdi. Etrafına bakındı, nereden gitmesi gerektiğini anlamak için. Faydasızdı. Farketmez deyip, herhangi bir sokağa döndü; ayaklarının onu eve götüreceğine inanmayı tercih etmişti.

“N’oldu sana? Ne bu hal? Sen böyle değildin…” demişti arkadaşı. O da arkadaşına yüklenerek, konuyu açmadan kapatmak için “Eve gidiyorum” deyip ayrılmıştı. Keşke düşüncelerden de kaçmanın bir yolunu bulabilseydi. Duyarsızlaşmamıştı aslında; giderek daha da hassaslaşmıştı. Duygularını kirletmeden onları öldürecek kadar duygusaldı kim ne düşünürse düşünsün… Hayalleri belki gerçek olmayacak ama ne hayalleri kirlenecek ne de ruhu bir daha hayallerinin enkazı altında can çekişecekti… İçinde neleri saklamıyordu ki; kimse görmesin, kirlenmesin diye… Ve artık onlar gibi görünüyordu işte… Acımasız, duyarsız, gününü yaşayan; günü kazanıp da kendini kaybedenler gibi… Peki o zaman ruhundaki bu sancılar, bu kasılmalar niye geçmiyordu ? Niye düşünceleri hala bu denli yoğundu ? Öylesine yoğun ve karmaşıktı ki her şey; kelimelerin kalıplarına da sığmıyorlardı…

Eve gelmişti, ses çıkarmamaya çalışarak merdivenleri çıktı ve eve girdi. Üstünü değiştirdikten sonra; gözü önce yarım bıraktığı kitaba gitti, sonra da yazıya. Masaya doğru yöneldi. Kalemini eline aldı;

“Saklandım kendimden, saklandım dünyadan, saklandı içimdeki çocuk! Şimdi ise gücüm kalmadı kötülüğün ardında iyiliği barındırmaya… Sonu bu mu masalın? İçimdeki katile, içimde büyüyen kontrol edemediğim “ben”e karşı yitik onlarca ben… Oysa ki masallar böyle değildi; hani sonlar hep mutlu biterdi?

Bırak beni avutma!…”yazdı.

Yerinden kalkıp, yatağına uzandı. Uyku dileniyordu boş boş tavana bakarken. Gözlerini kapadı. Hala beyninde onlarca ses vardı: “Yoruldum ben yüreklice konuşmayışından, sus artık! Sus… Hem ölüler konuşmaz. Bak ben artık karanlık bir uykuya daldım, masallara ihtiyacım yok!.. Bırak acının adı olayım, bırak kanayayım… Bundan sonrası yok zaten… Ama sen zaten bırakmıştın değil mi?…” Belki de uyandığında bile hala yankılanacaktı bu cümleler kulaklarında…

Huzursuz bir uykunun ardından göz kapaklarını aralamaya çalışırken sabahın puslu gri ışığı doluyordu gözlerine… Uyanmak istemiyordu, gözlerini kapatmak istiyordu bu kasvete ama; uyku onun için sığınak olmaktan çıkalı hayli zaman olmuştu. Uyumak eskisi gibi dingin bir liman değildi, artık o limanın kıyılarına da hırçın dalgalar vurur olmuştu… Bir takıntısı vardı; her gece uykusundan ansızın uyanır ve “ay”ı arardı gökyüzünde. Ona bakınırdı; dolunay mı hilal mi, ay ışığı karanlık odamı aydınlatıyor mu diye. Ve sonra onu görmüş olmanın rahatlığıyla ona bakarak yeniden dalardı uykuya… Ay’ın bulutların arasında bir kaybolup, bir görünmesine dalardı. Bulutlarla “ay”ın dansını seyrederdi gecenin seramonisinde. Gece, sanki kederin müzikali oluverirdi… Ve o müzikal bittiğinde, uyanırken; kederin uykuya dalmasını temenni ederdi… İşte yine böyle bir gecenin ardından uyanmıştı… Fakat sancılı bir sabaha uyanmıştı… Güneş doğmuyordu odasına ay ışığı gibi… Güneş küskündü sanki… Ay ve yıldıza aşık, geceye tutkun bu garip ruh hali giderek daha da fazla kaplıyordu benliğini. Göz kapaklarını aralamaya çalışıyor, ovuşturduğu gözlerle pencereden dışarıya bakıyordu olduğu yerden. Yağmurlu bir gün ve gri bir gökyüzü… Gözlerinden ruhuna doluyor sanki tüm kasvet. Sonbaharı seviyordu. Yapraklar yeni yeni dökülmeye başlıyordu… Kaldırımlar yeni yeni sarı yapraklarla doluyor ve yağmurla ıslanıyordu. Önceden olsa parkta bir yürüyüş yapar, ardından çocukları seyreder, eğer soğuk burnunu sızlatmazsa kitap okurdu… Soğuğun sızlatmadığı burnunu, hüzün sızlatırdı çocukların gözlerine bakarken ya da kitap satırlarının arasında kaybolmaya çalışırken… Kırık gülümsemeler kondururdu çocukların minik yüreklerine ve onlar masum gözleriyle o kırık gülümsemeyi tamamlarlardı kendi gülümsemeleriyle… Hiç tanımadığı bir çocuğun gözlerinde arardı çocukluğunu… Hiç tanımadığı bir çocuğun yürüyüşünde arardı korkusuz adımlarını… Hiç tanımadığı bir çocuğun, annesinin elini tutmasında arardı şefkati… Hiç tanımadığı bir çocuğun, annesine sarılmasında arardı sıcaklığı… Topu yola kaçmış çocuklar misali ağlamak istedi. Uyuyup uyanmıştı ama gözlerini yine aynı kabusa açmıştı…

Uyan(mış)dı…