İçeriğe geç

Tılsım – (Dolun)Ay; Geçmişe Düşen Yakamoz

(Dolun)Ay…
Geçmişe Düşen Yakamoz

“Keşke dönmesem, keşke tanıdık gelmese ardımda bıraktığım yollar. Ve ben kendimi yine aynı yollarda yürürken bulmasam. Söylenilenler bugün gibi aklımdayken; bugün, söylenilenlerden çok farklı… Anılarla, geçmişten geriye kalan izler çok farklı… Bir süre sonra neden geçmişteki gibi olamıyoruz diye sorgulamayı bırakıp, geçmişin bir daha asla geri gelemeyeceğini öğrendim…

Yitip gidenlere, geri dönüşü olmayan geçmişime, dünümde ölen geleceğime…”

Ne kırılan bir bardağın parçalarını yapıştırınca o bardak eskisi gibi olurdu; ne de yaprakları sonbaharda dökülen ağaç, ilkbaharda yeniden yaprak açtığında eskisi gibi olurdu… “Eski” geçmişin gizine esaretti. O, geçmişin “giz”ine hasret… Geçmişe duyulan özleme çok kızsa da bizzat kendisinin özlemler içinde kıvranmasına engel olamamıştı… O çok kızdığı özlem; yüreğinde bir ateş olmuş yanmıştı… O da; unutkanlık tohumlarını saçmıştı geçmişin bahçesine ve yakmıştı ne varsa. Değişmekten ötesini yaşamıştı. Hatta değişim değildi bu. Bu bir dönüşümdü. Bu kendi gözlerine baktığında yüzlerce yabancıyı görmek, kendine yabancı kalmaktı. Unut(ul)maktı. Sil(in)mekti.

Çok zaman geçmişti puslu sabahlarına güneş doğmayalı. Adımları uzun süre sonra yine sokakları arşınlıyor, yürüyordu. Çok zaman geçmişti… Onlar sevmeyi öğrenirken, savaşmayı öğrenirken; O susmayı, unutmayı, karanlığı öğrenmişti. Onlar nefret etmeyi öğrenirken, o nefretlerini gömmeyi öğrenmişti. Çok zaman geçmişti… Köprünün altından da çok sular geçmişti. Belki de köprü yıkılmıştı… Ama artık ne o köprüden geçmeye niyeti vardı, ne de o sularda yüzmeye…

İçindeki bütün sesleri duysunlar, sadece beyninde dolanıp durmasınlar istiyordu. Düşündüğünde bütün kızgınlığının ve öfkesinin nedeni olan bu oyun dizisini başlatanın kendisi olduğunu farketti. Bir insanın beyninde onlarca sesin olması ne kadar doğal olabilirdi ki? Hayatı kendi hesabınca yaşamaya çalışan onlarca ses… Aslında hayatta var olabilecek farklı ihtimallerin sezaryanından başka bir şey değildi bu. Hayatın hep bir satranç oyununa benzetilerek; kazanma hırsının güdülediği, sonraki hamlenin önceden sezinlenmesi ve yahut görülmesi esasıyla yaşanılan hayatlara oldum olası anlam veremezdi. Nedendi bu acelecilik? Ya da nedendi bu denli hesaplılık? Mesela; gönlünden geldiğince davranamaz mıydı, konuşamaz mıydı insan? Konuşabilirdi ama konuşmazdı. İşte burda başlıyordu “Tehlikeli Oyunlar”… İşte burda başlıyordu insanın kendine esareti… Adımları yavaşladı, çocuk parkına yöneldi, boş bulduğu bir kamelyada oturdu. Kulağındaki müzik sesini kısmayı düşündü bir an, parkın boş olduğunu görünce vazgeçti. Kulağını dolduracak çocuk seslerinin olmadığını farketmişti. Çantasından kalem kağıt çıkarıp, üşüyen elleriyle yazmaya başladı:

“Onlarca ses içine hapsolmuştur; an gelir sen kendi evlatlarının katili olursun, içinden bir ses eksilir. Kendine sağırlaşmaya başlarsın. Her susan sesle bir “Sen”i kaybedersin. Ve ardından bir “Sen”i daha… Sonra kendi kendine konuşmaktan, düşünce koşuşturmaktan; sana ait olmayan bir sesin konuşmasına terfi edersin sözüm ona mutlu olmak adına. Seni duyamazlar, zaten sen de kendini duymuyorsundur… Kaybedersin kendini… Gözün kapalı el yordamıyla bu sonu bilinmedik tehlikeli oyunları oynamaya devam edersin yine de, sözde  kimseye çaktırmadan usulca. Yarının hesabını bugünden yapar; yarını geçmişe hapsedersin, bugünü geleceğe; yaşayamazsın ne yarını ne de bugünü… Yarının korkularının bulutları, bugünün güneşini gölgeler. Zamansızdır oynanan tehlikeli oyunlar. Mekansızdır. Ve özneler hep değişir. Sen de değişirsin. Dönüşürsün. Sonu yoktur “tehlikeli oyunlar“ın…

Aynaya baktığımda ne kadarımı görebiliyorum acaba? Ya da gözlerimin ardına saklanan kaç “benliğimin” olduğu sorusunun yanıtını bulmak adına en son ne zaman bir sayım yapma cürretini gösterebildim? Kendimi yargılamaktan yorulduğum için mi koşar adım uzaklaştım; yoksa yargısız infazlardan, anlayışsızlıktan usandığım için mi? Bu sağır edici sessizlikten feci halde bunaldım. Beynimin içindeki seslerin, ruhumdaki yankılarına tahammül etmek giderek daha da zor bir hal alıyor. Ve kelimelerim birbirine dolanıyor, kafamdaki karmaşıklık cümlelerime yansıyor. Anlayışsızlıktan, anlaşılmamaya terfi ediyorum. Kaç kere kendimi ardımda bıraktığımı sandım. Ama ardımda bıraktığımı sandıklarımla, bugünkü benin kavgasında yenik düştüm. İnsanın kendiyle verdiği savaşın, bir kazananı olmazdı. Olamazdı. Mühim olan kazanmak da değildi zaten. Değişimi kabullenebilmek ve değişimi gelişim kapsamı altında gerçekleştirebilmekti. Yani önceki seni yenerek yenilenmekti. Tabi eğer dönüşüme karşı koyabilirsen. Ah bu çelişkilerin ağından kurtulamayan karmaşanın yetim çocukları düşünceler! Hep mi çelişkilerin ağına düşerler… Tamam, hem kazanan hem de kaybedenim. Çelişkiden kaçayım derken, çelişkinin adı oluveriyorsun işte böyle. Ardımda bırakıp kurtulayım derken, içinde hortlayan “sen”lerle uğraşıp duruyorsun. Üstelik onlar senin bir parçan, söküp atamıyorsun da. Beyninde katlanılmaz bir gürültüyle dolaşıyorsun, bu yüzden sessizlik sana sağır edici geliyor. Ardında bırakamadığın “sen”lerden, ardından bırakamadıkların ötürü; kendine ve her şeye ihanet etmiş gibi hissediyorsun. Sesler, sesler… Ah sesler… Susmak bilmiyorlar bir türlü!

Gözbebeklerimin içinde aynadaki yansımamı görebilecek kadar odaklandığımda; korkutuyor gözbebeklerim beni. Gözlerim doluyor, kaşlarım çatılıyor, genzim yanıyor, burnum sızlıyor, başımda sıcak bir basınç hissediyorum… Ve iç seslerimden biri “Sen bir hiçsin.” diyor ve devam ediyor: “Mantıklı seçimlerini gölgeleyen emellerinin peşinden gitmekten vazgeç. Bir “Rüzgar” eser, “Dolunay“ı bir bulut örter. “Ay ışığı” terketmiştir, “Savaşçı“nın ruhu karanlığa gömülmüştür. “Kelebek“ler uçamaz artık. “Emel“leri de ellerinden kayıp gitmiştir… Görmüyor musun ki yolun karanlığa çıkacak?! Senin kişiliğine aykırı, yapına aykırı işte! Oldum olası senin gibi bir insanın -içi ne kadar dolu olursa olsun, ne kadar söyleyeceği olursa olsun- buzdan sözcüklerinin öyle bir anda çözülmesi beklenemez. Sen kendi kabuğunda yaşamayı seviyorsun. Neden bu açılma isteği? Ne haddine ‘Ben çizilen yolda değil de çizdiğim yolda ilerleyeceğim.’ demeler? Mantık yolunda gerekli olanı, zorunlu olanı yap ve yetin. Yolunu çizmekmiş… Sen daha kendini gerçekleştirememişken gülünç oluyorsun.” Ve bir diğer ses: “Sus, sus konuşma!” diye haykırıyor. “Sen de ilerliyorsun, ve attığın adımların farkında değilsin! Uçurumun kenarına sürüklüyorsun ne varsa. Haksızlık bu! Değişebilirim, öğrenebilirim!” diye devam ediyor. Bir başka ses: “Neyi öğreneceksin? Onlar gibi olmayı mı? Oyunu kurallarına göre oynamalısın biliyorsun. Bu kuralları kabul ediyorsun yani, öyle mi? Mızıkçı çocuklara dönmeyesin sonra, elinden tutup kaldırmaya hiçbirimizin gücü yetmez!”… “Çocukluk… Demek farkımdasınız benim. Bir çocuk parkında unutulduğumu, sanmıştım. Böyle bir oyunu oynamam ben. Bilesiniz!”… “Al işte, mızıkçılık diye buna derim!” Ve giderek şiddetini artıran mırıldanmaların yerini alan yüksek sesli tartışmalar. Susun. Hepiniz susun. Biz zaten en başından beri bir oyunun içerisindeyiz! Tehlikeli oyunlar!

Düş(ün)üyorum… Hissediyorum… Acıyı iliklerime kadar hissediyorum. Sevdiğimi hissediyorum. İhaneti hissediyorum. Ne gidebildim ne kalabildim. Bu oyunun belki de en tehlikeli noktasına tam da burada vardım. Uçuruma sürüklenmedim, adım adım ben gittim. Göz göre göre. Ve şimdi yanlış bir gerçekliğin içerisinde kıvranıyor tüm doğrularım. Hala kendimle bir anlaşmaya varabilmiş değilim. Beynimde onlarca ses…

…”

Geçmişi en iyi betimleyen sıfat “Burukluk” olsa gerek diye düşünürdü. Çay tadında bir burukluk. Onun firkince; geçmiş, zamanla insanın ruhunda demlenirdi; ve nihayetinde yüreğinden süzülüp bir anı olarak belleğinde kalırdı. Güzel ve hoş bir anı, her dem canlı kalabilecek bir anı; ama sadece anı. İşte ne zaman geçmişi yudumlayacak olursan da çay misali; içini ısıtır hatta mutluluk verirdi. Ama bir yandan özlemiyle kavurur, hatıralarıyla ruhunda buruk bir tat bırakırdı. Mazinin küllüğünde biriken anılar… Aklında; özlemlerinin rüzgarıyla geçmişin küllerinden bugüne savrulan cümleler dolanmaya başlamıştı. O da, düşlerini kara bir örtü gibi kaplayan “is”e aldırmadan, dumanını derin bir nefesle içine çekmişti; özlemlerini dindirmek için. Köşe başında oturmuş bir sokak dilencisi gibi; çocukluğunu, küçük ama dünyaya bedel mutluluklarını dilenmişti. Buz tutan yanı çözülmüştü, aldığı derin nefesin son nefesi olduğunu, bu anı selinde boğulacağını düşündüğü anda… Çocukluğunun masallarından kanatlanan anka kuşu çıkagelmiş, kulağına fısıldamıştı: “Küllerinden doğ…” Beyninde haykıran bir ses; “Keşke dönmeyebilsem, keşke tanıdık gelmese ardımda bıraktığım yollar. Ve kendimi yine aynı yollarda yürürken bulmasam…”. Ardından; bugünlerde kaybolan yarınların dündeki ve kalbindeki yankısı; “Hayır, arkanı dönüp öylece gidemezsin. Nereye gidiyorsun? Benim nefes alabildiğim tek bir yer var. O da dünün… Sevdiklerin/m dününde. Yarınında olabilecekler mi? Bak, kanayan ellerine bak… Onların ellerini sıkı sıkıya tutmak isterken kanayan ellerine bak. Onlara yetişmek için deli gibi koşarken kanattığın dizlerine bak… Herkes seninle yolun sonuna gelemiyor. Onlar için yolun sonu oluveriyor yolun başı. Geride kalsan bir türlü, yürüsen bir türlü. Gözün arkada yürüyorsun önüne bakamadan… Geçmişine takılıp düşüyorsun geleceğini göremeden… Arkada kalan sadece gözün değil, yüreğin. Toplayıp, toparlanıp gidemiyorsun… Yorulmuş kalbine bak…”

“Neden geçmişi isterdi ki insan? Zamanın tükettiklerinden dolayı mı? Yoksa zamanın getir(eme)diklerinden dolayı mı?”

Eylül, Ekim, Kasım… Sonbahar… Ama geri dönüp bakmak istediğinde sanki geçen zaman dilimi aylarla ifade edilemeyecek kadar yoğun bir yaşanılmışlığı barındırıyordu her bir saniyesinde. Bu yoğunluk kalbi olmaktan ziyade düşünseldi. Kalbi zamanın bir türlü akıp geçmediğini hissediyordu belki ama beyni hızla akıp geçen zamanın ayrımına vardığı an; geçen zaman dilimi yoğun bir boşluk haline geliyordu. Hatırına, her bir sayfada sadece bir ayın kendine yer bulduğu ve o sayfaları çevirirken yaşadığı ironi geldi. Bazen bir şarkıyı dinlemek, şarkı dinlemekten öte olduğu gibi; bazen bir kelime de anlamından öte anlamları saklıyordu anlayabilenlere. Çantasından daha önce okumuş olduğu kitabı çıkardı. Kitabın malum sayfalarını açtı ve usulca çevirdi:

Ekim”

“Kasım”

“Aralık” 

“Ocak”

“Uyanış

Altı çizili satırların olduğu sayfaların kenarı kıvrılmıştı. Birini açtı:

“Zaman geçiyor. İmkansız göründüğü zaman bile. Hatta saatin her tik tak edişi insanın canını acıtsa da. Yavaş yavaş geçiyordu saniyeler. Yalpalayarak ve sessizliklerin içinde sürünerek. Ama bir şekilde geçiyordu. Benim için bile.”

 Kitap okumayı severdi ama altı çizili cümleleri okumayı daha çok severdi. Devam etti:

 “Hatırlamanın yasak, unutmanın korkunç olduğu, zor bir çizgide yürüyorum.”

Cümleyi tamamlamasıyla, kitabı kapatması bir oldu. Zamanın hiç geçmediğini hissederken ve buna isyan ederken; geçsin, gitsin, bitsin diye dua nidaları yükselirken çoğu zaman; şu an, aslında zamanın su misali akıp geçtiğini algılayabiliyordu. Aslında bunun hep farkındaydı ama bir çelişkiler ağı örülüydü kalbinde. Hem bugünler geçsin istiyordu, hem de yarın olmasın istiyordu… Şöyle bir düşünecek olsa bunun çelişki olmadığını da farkedebilirdi. Bugünler geçsin istiyordu; bugünü istemiyordu; ama gelen zamanın her nasılsa bugün olacağını, geçen zamanın yine bugünü getireceğini biliyordu içinde bir yerlerde. Yani aslında çelişki yoktu. Tıpkı şarkı sözündeki gibi yarın olsa de beklenen gün olmuyordu. Bir zamanlar düşleri “Dün”e hapsolurdu hep, hep geçmişi dilerdi… Hep geride kalanları. Ne hayal kurabiliyordu, ne yeniden yaşayabiliyordu, ne de yarına dair istekler filizlendirebiliyordu kalbinde. Zamansızlığın kıyısına sığınmak istiyordu bu hayat fırtınasında. Esmekten yorulmuştu. İnanmıyordu… Bir etkinin tepkiyi doğurabileceğine, kelebeğin kanadındaki rüzgara inanmıyordu… Her şeyin olacak olanı gerçekleştirdiğini kabullenmişti bir kere… Üç noktalarını önce iki noktaya sonra noktaya hapsetmiş, en sonunda susmuştu. Unutulmaya mahkum ettiği geçmişinden sadece birkaç şeyin firarına göz yummuştu. “Tılsım”ını kaybetmişti… Kaybolmuştu. Hiçbir yere ait olamamak. Çok derinlere dalmıştı. Geleceğini geçmişin kalbine sapladı.  Şimdi, buna değip değmediğini düşünmekteydi. Hiçbir şey hissetmiyordu ama geçmişi bağrında oluk oluk kanıyordu.  Geçmişe niye özlem duyulurdu ki, yarın varken… Özlemleri dinmiyordu bir türlü… Lakin artık dindirilemeyenin geçmişe ait olmadığını hissediyordu. Neden diye sordu defalarca, neden bu hüzün?.. Nedendi hep aynı sokaklarda yürüyüşü? Yine yürüyordu, yine aynı sokakta, yine aynı adımlarla, yine aynı şarkıları mırıldanarak, yine aynı şeylerin esiri olmaktan kurtulamayarak… Neden? Bir çıkış umuyor; ve yorgun bir umutla yarınlara özlemler büyütmeye çabalıyordu… Hayaller konduruyordu özlemlerinin yanağına kırık bir tebessümle… Geçmişin dehlizlerinde dolaşmazsa hiç, dalga sesleri de kulaklarını çınlatamazdı. Geçmişin dalgaları yüreğini kabartamazdı, kaybolmazdı fırtınalarda… Ama küçük kıpırtılarla derin bir uykudan uyanan yorgun umutlarının bir anda öksüz kalması da oldukça çaresizce ve acı vericiydi.

Emeklemeyi yeni öğrenen çocuklar gibi konuşmayı yeni baştan öğreniyordu. Ama nedense kelimeleri hafif kalacakmış gibi hissediyordu. Cümleleri hep yarım kalacakmış gibi… Sanki suskunluğu daha iyi gibi hissediyordu. Daha güçlü bir duruş… Daha vakur bir duruş… Sanki sessizlik, susmak; kelimelerden daha yoğundu. Sanki dilinde olmayan daha derin, daha dokunulmamış. Konuşacak olduğunda; sessizliğe çarpan kelimeleri birer birer tuzla buz oluyordu. Nedendi bu suskun kalma isteği? Şarkılara sığınıyordu sessizliğin kıyısından koşar adım uzaklaşarak. Onlar hiç susmasın istiyordu. Hem de hiç… Güneş gözlerinde batıyordu adeta ve bir yolculuktaydı. Neden olduğunu, nereye gittiğini bilmediği bir yolculuk… “Özlem”in o mızıkçı çocukları gözyaşlarıyla dolduruyordu kalbini. Neden böyle olurdu? Bazı şeyler, neden en uzağındayken bile en yakınındaymış gibi hissedilirdi ve insanın burnunun direğini sızlatırdı özlemden… Gün sona ererken geçmişin güneşi doğuyordu. Geçmişin içinde doğmasının sancıları tükenmiyordu. Yine derin bir sancı… Artık doğmasın istiyordu, ne beklenmedik tesadüfler olsun ne de özlemleri olsun istiyordu.

“Daha güçlü, daha sakin

Daha mutlu, daha suskun

Daha olgun, daha kırgın

Daha yalnız, daha yorgun”

 “Mutluluk yaşadıklarımızda değil, yaşadıklarımıza bakış açımızda.” dedi içinden ve oturduğu banktan usulca kalktı.