İçeriğe geç

Taşra Şarkıları I/I-II-III

Not: Bu üç parçanın yayımı bir şekilde inkıta’a uğramış, toplu olarak şöyledir:

Taşra Şarkıları I/I

Kartal olabilirler, gerçi mesafe çok uzak, çıplak gözle tam seçilemiyor… Daha ufak türdeki alıcı kuşlardan da olabilirler, iki tanesi yan yana olmaktan pek rahatsız değil ya da bu mesafeden yan yana imiş gibi görünüyorlar ama kim bilir aralarında nice mesafe var. Diğer ikisi ayrı ayrı yaylar çizerek süzülüyor ve derin geçen kışın sonuna doğru yerde duran iri beyaz çöp poşetini mükellef bir av zannediyor veya karınca yuvası başında, merakı mucibince hareketsiz duran ufaklığı gözlerine kestiriyor olabilirler. Göz de göz ha… O yuvadan bir karınca çıksa ve o çöp poşetine doğru yürümeye başlasa bizim hesabımızla belki altı ay bir güz geçer. Taradıkları alan oldukça geniş, bu hem iyi hem de kötü bir şey. İyi zira kış çok derin geçti; tilkileri vaşaklar yemiş, vaşakları ,zevkine, avcılar vurmuş, birinci avcının zağarına ikincinin kırması hallenmiş, üçüncüsü ‘ha itine ha sana oğlum’ deyince birincinin dipçiği soluğu müsaderede almış. Böyle zorlu şartlarda herkesin biraz proteine ihtiyacı var; elbette alıcı kuşların da. ‘Alıcı kuşların ömrü az olur, akbaba zararsız yaşar mı yaşar’ derler lakin sen bakma, akbabanın da proteine ihtiyacı var, süt tozuna da… Kötü bir şey zira; şu ufaklığın zayi ettiği bir kaç karıncadan maada kime ne zararı var, yalnızca tabii merakını tatmin ediyor. Böyle uzun seyirler çocuklar için çok iyidir, çamaşır makinesini seyrediyorsa iyi değildir ama, televizyon seyrediyorsa bazen iyi bazen kötüdür, düzeltmeye uğraşırken şöyle en azından etrafının rahat bir saatciği geçsin diye yeleğinin yeni tersine çevrilerek kendisine verilmiş alzaymırlı bir ihtiyarın kırılgan azminin tam aksine küçüklerde dikkat temrinleri körpe dimağlarını bileyip azimlerini kuvvetlendirir, bir kaç yaş daha büyüyünce yuvanın ağzını kapayacak, birkaç yaş daha da büyüsün yuvayı umursamayacak bile, otuzuna gelince birden hatırlayacak, merakı tekrar tahrik olacak bu kez içine sıvılaştırılmış alüminyum dökecek belki. Ama şimdilik kimseye bir zararı yok, birkaç karınca ufak spor ayakkabılarının tabanına yapıştı o kadar.

Şero Dağının eteklerinde kartalların hızlı gölgelerinin kolaçan ettiği uzun yolun ve ona komşu atıl rayların arasında, kavakların ıslıklarıyla göğeren çalıların biti böceği arasında, ikindiyle akşam arasında, umutla burukluk arasında, ne idüğü belirsiz hışırtılarla kestane, siyah, fındıkî ışıltıların alalanmış parlaklığı arasında, pek çok hayatın yine pek çoğuyla kesiştiği o bir yerlerin hava kabarcığı gibi boşluklu kalmış arastasında; yolun kestirilmez sonuna, rayların iptidasız başına baktı. Yakındaki ufak tarlalara uzayan kavaklığın içindeki sarıltıyı farketti. Elbette ki, uygun düşen onun bir karaltı olmasaydı. Hele gömlekteki fırfırlarla biraz zor diye geçirdi içinden. Garip bir mintan; belki çaresizlikten. Şöyle adamakıllı gömlek alacak bir yer zaten kalmadı. Köşedeki, habire el değiştirip duran yerin yanındaki dükkanın yanındaki dükkanda gömlek diken bir usta var; hatta bir kaç örneği kaldırımdaki askılığa diziyor. Yine de hepsi masa örtüsü gibi şeyler. Ama farzımuhal masa olsak ne denli zevkli bir iş olurdu kim bilir… İnsanın hayatta, artık, daha ziyade yeniyetmelere göre yerlerden giyinecek kadar genç olmadığını, bununla birlikte centilmenlere mahsus yerlerden giyinecek derecede varsıl da olmadığını fark ettiği bir an vardır. Ufka doğru, güneşi arkasına alıp, yürümek yürümek sonra biraz daha yürümek ister. Ve yürür. Sonra? Sonrası, işte bimden yoğurt alıp eve döner. Hepsi bu kadar. Herkes bilir ki; bimin yoğurdu iyi olur. Sarıltı, nereden geldiği belli olmayan fasülyeleri, nereye gidecekleri de belli olmadığı hâlde, ayıklamakla meşgûldü. Yaklaştı, Werther dedi:” İnsanlar, bazen, evvelce konuşma bittikten sonra telefonu öperlerdi diye sonrasında, hem de ortada bir konuşma yokken, yine cep telefonlarını öperler… O tiplerden ne farkın var!?” Werther hafifçe doğruldu:” Bu fasülyeler tür tür olur; şeker, horoz, dermason, sahte dermason, barbunya…gibi. Misal bu bomba fasülye; galiba aslında Bombay fasülyesi olacak ama kameriyenin kamelya oluşundaki azizlik burada da başa gelmiş. Bir de Ayşe Kadın var. Duyduğuma göre bir Ayşe Fitnat Hanım var bir de Şaire Fitnat Hanım. Fakat bu üç kadının hiçbiri diğer ikisinden herhangi biri ile aynı kişi olmasa gerek. Sence?”

Dermasonu mermasonu boşver de bunlardan piyaz olur mu?”

Olmaz.”

Niye olmasın?”

Belki de hiçbir cep telefonu seni öpmediği içindir… umarsızca”

Umar ne lan! Nerden buluyonuz bu lafları. Şimdi, o bu değil de, gelen giden var mı hiç?”

Taşra Şarkıları I/II

Gergin bir bekleyişi düpedüz çekilmez hale getiren uyuz mu uyuz sesler vardır. Kötü bir ses tonunun kararlı anlatımı, ritmik-metalik bir tıkırtı, uzaktan yahut yakından gelsin bilimum hönkürmeler, motorsiklet mekaniğinden sadır olan ani Paatt! çığlığı, kısa aralıklarla ve riskli bir fayın parçalı kırılması gibi çekilen kemikli bir burun, garip çıtırtılar, yersiz bir anons: ‘Merhum Ramazan Gürdal’ın karısı; Hıdır, Cesim ve Kazım Gürdal’ın anneleri; Gökçek Samsa’nın kayınvalidesi Yaşare Gürdal vefat etmiştir. Cenazesi öğlen namazına müteakip Etnografya Camiinden kaldırılarak Yukarıçomarsızlar Mezarlığına defnedilecektir. Duyurulur.’ Tamam; Cenab-ı Rabbülalemin gani gani rahmet eylesin, mekanı pürnur olsun, kimsenin bir itirazı yok. Ölüm bir şart değil, vadedir. Hepimiz ölümü tadacağız. Fakat o an, hepimiz bu acı haberi duymaya hazır olmayabiliriz. -Zor haber(i) vermek- başlı başına bir iştir, hem belediye bizlerle daima tek yanlı bir iletişim kurma hakkına nereden sahip olur? Şu uzayıp giden yolda ne bir hızkes, ne bir başka işaret ve işaretçi… Ama hissiz bir kadın vokalle canı ne zaman isterse ben buradayım diyebilen bir belediye el’an mutlaka mevcuttur.

Artık bir cevap bekler vaziyette diskurunun sonuna yaklaşan Werther, neredeyse tamamını kendisinin de dinlemediği uzunca bir konuşmayı şöyle bitirdi:” Yani (onun) geleceğine dair hiç bir emare yahut kanıt yok. Hem gelse bile seninle bir işi olabileceğine de ihtimal verilemez. Sen de biliyorsun ki, eğer götürüyorlarsa bile, senin gibileri değil. Kusura bakma, ya da bak, sen bu uygunsuz klasmanın içinde yer almanı kafi kılacak derekede uğursuz vasıflara bile sahip değilsin. Bu toplum için bir şal kadar bile risk ifade etmiyorsun; kaldı ki bir şalcı kadar dahi yanlış zamanda ve yanlış yerde olmayı denk getirmen pek makul görünmüyor. İyi bir tesadüfe kendini isabet ettiremeyeceğin gibi kötü bir tesadüfün de sana isabet etmesinin mevcut şartlarda hiçbir haklı gerekçesi yok. Haydi fazla bekleme de ‘şal’ın kırışmasın…

Bu herifin ne şallı ne de ebru olmasına imkan ve ihtimal yoktu. Fakat imalı kısımdaki yersiz seksisizm; ki yerlisi nasıl olur bu bir bahs-i diğerdir, hariç olmak üzere tespitler(i) televizyon yorumcularının konuya mahsus her şeyi bilir ve hatta o an başka da bir şey bilmesi gerekmez kesinliği gibi ölçülü ve akla yatkındı. Bu çokbilmişliğe mahsus ikna edicilik harika bir şeydir. İnsan öyle zanneder ki; eldeki veriler bir mevhibe olarak bu eşhasın mübarek ve muazzez dimağlarının avcunda zuhur etmiş, -haşa- hammış, pişmiş ve tenezzülen bir kereliğine olmuştur. Fakat kalan kısımlarda haklılık payı yeteri kadar vardı filhakika, yani öyle görünüyordu, zaten bir şey öyle görünüyorsa öyledir. Değil midir? Bu da bir bahs-i diğer… Bir fakat daha; albatros, hem de şu vakitler şu yoldan gelecek ve Onu götürecekti ha! Niçin? Ne gerekçeyle? Albatros halk otobüsü müydü, her isteyeni götürüyor olabilir miydi, otostopa müsait miydi..? Her çizdim oynamıyorum diyeni, ben yokum benden bu kadar diyeni ‘haydi gel benimle ol’ nakaratını teybinde öttürerek mi karşılayacaktı albatros? Misyonu bu olabilir miydi… Yöntem olmadıktan sonra; varılmayacak sonuç yoktur. Pekiyi yöntem nedir? Meçhulleri malumlardan istihraç edebilmeye yarayansa yöntem; deneme-yanılmamızdaki yanılmaların hiçbiri anlamsız yanılgılar olmayacaktır. Çünkü işbu minvalde ‘yanılma yanılma büyüyen bir zafeer vardır!'{Tamam; çok kötüydü.} Kaz gelecek yerden şuurlu olarak tavuk esirgemedik evet hepsi bu kadar. Yanılma manyağı olmuş kişilerin ortak özelliği deneme şuurlarındaki bulanıklık olup doğru kararları verebilme yetileri bazen geri döndürülmez derecede hasara uğrar. “Bütün yollar eşit değerde gidilebilir olduğunda, kaybolmuşsunuz demektir.” Hal böyleyken ; her şey mümkün: “Bütün insanlar kardeştir, gölgen de senin.” Ve bir albatros herkesi götürebilir-di, tabii Onu da… En azından böyle umuyordu.

Ne idüğü belirsiz hışırtılar, halde bir duyanları olmasa da gürleşti; siyah, konur, kestane ışıltılar daha parlak ve fakat daha kamufleydi. “Albatros’u hiç görmedin” dedi Werther, “hakkında hiçbir fikrin yok.” Hakkında hiç bir fikrimin olmamasından daha kötüsü diye düşündü demiryolundan kalkan toz bulutuna baktıkça. Kanun-u Murphy ediyor hükmünü icra fehvasınca bu toz bulutu hayra alamet değildi: “Bir işin birkaç biçimde ters gitme ihtimali varsa, daima en kötü netice doğacak biçimde sarpa saracaktır.” Evet daha kötüsü dedi karnavala yakalanmamız. Werther karnavalın kendisine yakalanılan bir şey olmasından işkillene dursun şu birlikte yakalanma fikri başlı başına hoşuna gitmedi. Gerçi bir karnaval için enikonu kostümü müsaitti. Her haliyle sırıtıyordu zaten ve karnaval da bizatihi sırıtan bir şey olmakla maruftu. Yine de birliktelik kısmı garip geliyordu. “Ne işim olur senin albatrosunla, karnavalınla, santimantal sancılarınla ulan dürzü!” diyesiydi ki gerek kılığını gerekse de Avrupa’nın meşhur romantiklerinden olduğunu hatırlayınca kendiyle çelişmek ağrına gitti. La rahate fiddünyaydı işte: insan şu dünyada dingin kafayla bir fasulye bile ayıklayamıyordu. Demeye kalmadan karnaval kafilesinin ilk öncüleri raylar üzerinde sökün ettiler. Vuvuzeladan zılgıtlara, kahkahalardan sinir krizlerinin çığlıklarına, sonu gelmez kikirdemelerden deve bozlaması gibi obua seslerine türlü gürültülerle ilerleyen amansız bir kadın yürüşüydü bu. Fena öfkeli&fena neşeliydiler. Haka dansı yapan da vardı hora tepen de; elle yahut ayakla yapılabilen her nevi hareket teşhis edilebiliyordu; bağıranlar, çağıranlar, gülenler, selfizenler, hatta semazenler bile vardı. Bir kısmı raylar üzerinde sema ederek ilerliyor, bir başka bölük de bu taifeye -roman safa, cana şifa, ruha gıdadır/tahrir eyle ey muharrir anla nidadır- diye eşlik ediyordu. En öndekiler sema edenler gibi ayakta durarak değil yatar vaziyette yuvarlanarak kendi etraflarına yuvarlandıklarından, arkadakiler de onları -teşbihte hata olmaz; kütük gibi- yuvarlamakla vakit kaybettiklerinden bu kutsuz yürüyüş ağır ama daha heybetli ilerliyordu. Korktuğu başına gelmişti; yağmura, doluya değil işte bu karnavala tutulmuştu. Belki, eğer öyle bir şey varsa, karnaval mahkemesine bile çıkarırlardı kendisini, hatta Werther’i ve fasülyelerini bile. Werther hayretten muhakemesini çalıştıramıyordu ama kendi durumu daha beterdi. Nerden ikna olmuşlarsa olmuşlardı işte: dünyayı roman okuyan kadınlar kurtaracaktı. Ne var ki okuyorlar, okuyorlar yine de bu kavanoz dipli abanoz göklü dünya bir türlü kurtulmuyor; olmaz ya, handiyse sırf adiliğine, puştluğuna böyle davranıyordu! Bazen tam kurtulacak gibi oluyor, izmaritler yerlere atılmıyor, harbe karşı sulh rüzgarları yelkenleri dolduruyor, parlak bir tedavi icadolunuyor, şehir parklarında öbek öbek kelebekler uçuşuyordu. Lakin bir türlü arkası gelmiyor, getirilemiyordu. Katiller, sapıklar, mikroplar, çevreyi kirletenler boş durmuyor, şenaat ve denaatleriyle cihanı tarumar ediyorlardı. Hülasa fark etmese de Werther’in aslında işi yaş, hali hazırda ise şaşkınlıktan alı al, moru mordu.

Albatros’u beklerken kafasında eh işte birkaç şey kurmuş fakat kısa sürede yıkılıp gidecek olmalarından ayrı bir zevk duymuştu. Şero Dağında ne zihne ne de zihnindeki bir yığın moloza ihtiyaç duymayacaktı. Ama bu beklenmedik karnavalla karşı karşıya kalmak, belirgin biçimde bozulan yürüyüş düzeninden anladığınca eni konu sarılmak, bir de olur mu olur uluorta muaheze edilmek pek can sıkıcıydı. Beklenen gelmediğinde her şey üst üste gelir yada öyleymiş gibi gelir ama hepsi aynı kapıya çıkar. Murphy’nin söyleyecek bir sözü daha vardı. Yüksek çalılarda, ağaçların yapraktan fakir tepelerinde, rayların zeminden yükseldiği tesviyesizliklerde bile kendilerine pekala yer tutmuş, tüm bu curcuna bidayetinde hiç fark edilmemiş bir yığın maymun, kestaneden siyaha meraklı gözleriyle tüm acayipliklere dikkat kesilmiş ve çoktan anlaşmalı çeteciklerine, edildikleri terbiye gereği haber vermişlerdi. Şero Dağının etekleri tekin değildi. Karnavalın vuvuzelalarından, alayişli nümayişlerinden yararlanan birilerinin çoktan karayoluyla aralarına girdiğinden, rayları da ileriden kestiklerinin ayırdına varmak güçtü ve geç oldu. İşler, hem de birkaç biçimde birden ters gidiyordu…

Taşra Şarkıları I/III

Gırtlağına tam da T kısmından dayanmış plastik cetvele, cetveli tutan bodur parmaklı ele ve sonunda da yan yan, iki kızarmış kulakla beliren çehreye şöyle bir baktı. Böyle uyduruk bir rehin alma biçiminin garabeti yetmiyormuş gibi sökün eden diğerlerinin halinde-tavrında da bir tuhaflık sezdi. Karnaval sesleri gitgide azalıyor, onlar da bu kadar adamın aniden ortaya çıkmasına belli ki şaşırıyordu. Bu ilk şoku, hatta sanki-şoku, atlattıktan sonra, “-Ee” der gibi kollarını iki yana açıp durdu. Kendilerine mahsus bir tarzları veya vermek istedikleri bir mesaj mı vardı acaba? Her neyse, vardıysa bile çabuklaştırmak namına T cetvelini tutup kırdı; artık sadece cetveldi ama kırılan yerde bir sivrilik peyda olmuştu. Bu haliyle en azından delici olabilirdi. Fark eden biri arkadan ‘ bi kaza çıkmasın’ diye uyarınca, beriki, ta yolun diğer tarafına kadar gereci savurdu. Bu esnada bir başka grup Werther’in etrafını sarmıştı. Ortaya alınmış Werther gruptakilerle nazikçe tokalaşıyor, aklında tutmak için bazılarının isimlerini tekrar ediyordu. En sonunda, yine unutacak olmasına rağmen, her birini parmağıyla hafifçe işaret ede ede aklındaki isimleri sıradan tekrar edip zımnen onaylattı. Rayları kapatanlarda da tahrip eder bir vaziyet yoktu, sadece grup halinde üzerinde duruyorlardı. Sessizliği yine kendisi bozdu: “Siz ne ayaksınız?”

Eşkiyayız” diye gürledi hep bir ağızdan cetvel ehli. “Ya diğerleri?” dedi. “Onlar da” diye mukabele etti kızıl kulak. “Ben Canero; bu çetenin primus interpares reisiyim.” Hafife alınagelen hakikatler cümlesinden olmak üzere üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili aziz vatanımızda yeni bir riyaset türünün tekevvünü mutlu bir gelişmeydi gelişme olmasına ama tam da şimdi ve burada mıydı yani!? “Hepiniz tek bir çete misiniz?” diye sordu Canero’ya. “Hayır” dedi; diğer öbeklerin birinden “Burada çeteler plüralisttir.” dendiği işitildi; bir başkası daha uzaktan “Evet, eşyönsüzüz.” diye tamamladı. “Hayır, sadece eşgüdümsüzüz.” diye düzeltti bir başkası ve çetesinin dönemsözcüsü olarak kendini tanıttı. Eşyönsüzlükte müddei olanı, kimsenin yöneylemsizliğinden sorumlu tutulamayacaklarını ileri sürerek ısrarcı oldu. o; zaten yöneylem planına lüzum bulunmadığını açıklamaya girişti. Lakırdı uzuyordu, Werther’in keyfine diyecek yoktu; şark haramileriyle egzotik bir deneyim yaşıyordu, eh işte nesi fenaydı sanki… “Lan yani şimdi siz terörist misiniz?” diye çıkıştı yüksek sesle. Öbek öbek hayal kırıklıkları yükseldi gökyüzüne. Yuhh’larla başlayıp ne alakası varlarla devam eden ve karnavalı gözeterek kısık sesli sinkaflarla hitama eren bir uğultu dolaştı çevreyi. Anladı ki cevap vermeye tenezzül etmiş olmak istemiyorlar fakat homurdanmadan da edemiyorlardı. “Niye dağa çıktınız o zaman?” diye huruç etti. “Afedersiniz ama burası mücavir alan!” dedi birisi. Karnaval ağır ağır üzerlerine gelmeye başlamıştı. Yola doğru cümleten seğirttiler, maymunlar bile daha sinik ve hepten sessizlerdi, her nasılsa oldukça utangaç hayvanlardı; ön üyeleriyle gözlerini kapatıyorlar, bir ara bakıp sonra hemen eski hâllerine dönüyorlardı.Karnavalda da bu beklenmedik vaziyete mütedair fısıldışmalar başlamıştı. Çetelerse el’an birbirlerine yaklaşmış, daha da sıklaşmış, bayağı bayağı konuşmaya girişip münazaracı bir bilgi cemaati olmaya başlamışlardı. Birileri dağa çıkma zannına çoktan gönül koymuş, başkaları bu özensiz varsayımın altındaki nedenleri tahlile başlamıştı. “Canero!” diye seslenip çete reisinin dikkatini tekrar üzerinde topladı:

Ya Canero diye Eşkıya mı olur be; Caner mi senin adın?”

Caner.”

o ne peki?”

PR üzerine fazla çalışamadık.”

Haa, ne çalışıyosunuz ki yani siz burda?”

Çalışamıyoruz işte sorun orda zaten! Bu yüzden çete olduk.”

Nasıl bi çete?”

Biz işlemeyen referanslar çetesiyiz. Ömrühayatımız onun bunun yanına gitmekle geçti. Sen bürokrat kapısında okuya üfleye bir kabul beklemek, şu adam beni bari az taciz etse de kurtulsak demek nedir bilir misin? Bilmezsin! Bak şu Mehmetemino, bu adam var ya..”

Şu emino memino bırakın bunları ya”

Neyse… Bu adam genel müdürlük koridorlarında zikir ve tehlil ile insanıkamil mertebesine ulaştı. Ama Bir referans olmadılar bu çocuğa.”

Niye?”

Ne biliyim yav; ben daha doğmamıştım diyor, teyzesi doksan iki senesinde halkların b.kunda ezilenlerin boncuğunu arayanlar sendikasına mı ne üye olmuş. Piyango buna patlamış işte.”

Sen niye referans bulamadın?”

Benim otel kaydım çıkdı.”

Tamam ama seni o otele zorla mı soktular…”

Zorla soktular tabi kemik hastanesinde yatak vardı da ben nataşa baskınını mı seçtim!”

Sonra?”

Uzatmayayım, kıytırık sağdan soldan bi şeyler bulduk ama nafile; simya formülleri gibi bizim referanslar da bi türlü işlemedi… Ezik-büzük olduk çıktık, çolak kaldık mânen. Ne kendimize saygımız kaldı ne yapacağımız işe sevgimiz; son hamle enerjimizle buraya geldik.”

Ya diğerleri?”