İçeriğe geç

Sol Koluma Saplanan Şarapneller-1

417188_208748989226460_1938204504_n

Yağmur yoktu. Dolunay da yoktu. Sıradan bir akşamdı. Her otobüste yerim aynıydı ve ben yine yerime oturmuş kitabımı okuyordum. Karanlıkta görebileceğim yer sadece ışığın yöneldiği yer olacağından, yerim hep koridor tarafıydı. Böylelikle yolu izleyebiliyordum. Yan koltukta bir bayan yanı boştu. Hepimiz hareket için o boş yerin sahibi olan münasebetsiz bayan yolcunun gelmesini bekliyorduk. Aslında ben beklemiyordum, sadece kitabımı okuyordum. Sonra otobüse, kalabalıkta söylenmenin verdiği cesaretlerle çıkan “cık cık” homurdanmalarıyla biri bindi. Aslında halimden bir şikâyetim yoktu. Çünkü geç kalma telaşı yaşayacağım bir sebebim yoktu. Ama yine de kızmıştım bu bekletilmeye. “Kim bu münasebetsiz” diye iç geçirerek kaldırdım kafamı, sonra geri indirdim. Tekrar baktım, tekrar yönümü çevirdim. Asıl münasebetsizliği, O’na bakarak yapmıştım. Kitabımı okuyayım dedim ama yine O. Sanki çıplak gözle kaynağa bakmıştım da her yerde aynı parıltıyı görüyordum. Göz göze geldiğim için özür dilemem gerekiyordu. Yok yok… O benden özür dilesin. “Bu gözlerle sadece yere bakılmalı, yasak ulan kesici, delici yahut ateşli silah taşımak. Sen nasıl da gözünü gözüme değdirirsin.”  demeliydim O’na….

Bitmedi yol… Bitmesin de zaten. Kitap da bitmedi. Bir şeyler söylemeliydim. Ya O’na haddini bildirecek bir şeyler söylemeli yada yalvarmalıydım. Ortası yok. Sonu kuvvetle muhtemel var. Başını anlattım zaten. Böyle adını falan sormak gibi değil. Kitabın ortasından bir şeyler söylemeli ve hemen akabinde yakmalıydım kitabı.

O’na doğru döndüm ve “Pardon, bir şey söyleyebilir miyim?” dedim yavaşça. Bana doğru döndü “hemen söyle yoksa seni öldürürüm” dercesine silah gibi gözlerini gözlerime dikti. Ellerimi kaldırdım, teslim olmaya hazırdım.

“Tabi sorabilirsiniz” dedi.

“”Sorabilir miyim” demedim, “söyleyebilir miyim” dedim”  deyince ben, şaşırdı. Ben de şaşkındım. İçimde ne kadar öküz varsa otlamaya çıkmıştı sanki dilimin ucuna. Yoksa böyle bozar gibi konuşmazdım, konuşamazdım.

Sesi sert ve dümdüz bir şekilde “Affedersiniz. Yanlış anlamışım. Buyurun söyleyin” dedi.

Gözleri her şeye benzeyecek kadar güzeldi, hiçbir şeye benzeyemeyecek kadar da güzeldi. Tamamen teslim olur bir vaziyette “Gözleriniz, gözleriniz kadar güzel” dedim.

Der demez ön koltuğa kafam çarpıyordu. Baktım ki otobüsün kaptanı ani fren yapmış. O anda kaptan arkaya asabi bir şekilde bakarak, sanki bana “çok beğendiysen gözlerini, orada indirelim seni” der gibi el frenini çekti. Dedi mi gerçekten bilmiyorum. Ama öyle bir imkânım olsa bile inemezdim. Kaybolurdum.

“Tüh Allah kahretsin. İstop etti araç” diyerek indi kaptan.

Fırsat bu fırsat hemen otobüsten inip bir sigara yaktım. İddiaya tutuştuk sigarayla. Kim kimi önce bitirirse, bitiren biteni taşa sürterek söndürecekti. Sigarayla mı konuşuyorum? Gerçekten sigara ile bir iddiaya tutuştuk mu bilmiyorum ama iki fırt çekip attım zaten. Bu yaptığım düpedüz… Neyse..

Tam otobüse tekrar binecektik ki, kaptan “gençler, binmeyin de aracı itelim” dedi. Çüş… Araç dediğin mobilet sanki. “Nasıl iteceğiz lan bunu” demek için artistlik yapmaya gittim kaptana. Adam eli yüzü yağ olmuş bir şekilde burnundan soluyunca ben, “itelim tabi kaptanım. Ama kadınlar da inseydi bari, boş aracı itseydik” diye bağladım mevzuu. “Gerek yok gardaş inmelerine, uçururuz otobüsü, rahat ol” dedi…

Otobüs çalıştı çok şükür. Yavaş yavaş otobüse binerken ben, kaptan oturduğu yerden bir kaşı havada bana “”Gözlerin çok güzel” dedin, otobüs istop etti. Sakın O’na “seni seviyorum” deme, şarampole yuvarlanırız yoksa.” dedi.

Bunu da gerçekten dedi mi bilmiyorum. Ama O’na “seni seviyorum” deseydim şarampole yuvarlanırdı otobüsümüz, bundan eminim.

Fakat; ne O, ne kaptan ne de diğer yolcular, hiçbiri ama hiçbiri bilmiyordu… Bilmiyorlardı; O da bana “ben de seni seviyorum” dediği an, ülkenin dört bir yanında şarampole yuvarlanmış bütün otobüsleri kaldırıp, birbirine bağlayıp güvenli bir yere çekerdik.

Kaptan haklıydı. El frenini çektiği an, O’nun gözlerinde inmeliydim. Zira gözler müreffeh bir ülkedir. Kişi başına düşen mutluluk sizin iyimserliğinize kalmış. Ben lüzumsuz derecede çok iyimserim.

Evet. Kaptan “in ulan” dediği an, gözlerinde inmeliydim. Şarampole yuvarlanmış otobüs enkazından sağ çıkmak zordur çünkü. Hele bir de ıssız bir yerde devrilmişseniz eğer ne gelen var ne giden… Ağlaya ağlaya ölür insan. Ölmek dediysem, bir yerlerde bir şeyleriniz yok olur. Bir daha bırakın otobüse binmeyi, bisiklete dahi binemezsiniz. Bir kere enkaz altında kaldıysanız, mutlaka bir bokluk olur, olacaktır. Hiç mi olmadı, en basitinden öndeki öküz “zart” diye koltuğu ağzınıza sokana kadar arkaya yatıracaktır.

“Değerli falan filan turizm yolcuları, oradan buraya yaptığınız seyahatinizde bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz….” anonsunda kendime geldim. Çantamı aldığım gibi indim. Sigaramı yaktım. Arkadan bir ses “Pardon, pardon beyefendi.” Döndüğümde geç gelen münasebetsiz yolcunun seslendiğini gördüm. O’nu gördüm…

Gülümseyerek “kitabınızı unutmuşsunuz” dedi. Teşekkür ettim, uzattığı kitabımı aldım. Evet, gözleri gerçekten muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış bir ülkeydi. Ama ne yapsam çağdışı olarak kalacaktım o medeni ülkede. Gülümseyişini cebime doldurdum. Ve topladım gözlerinde bir mülteci gibi kurduğum çadırımı.