İçeriğe geç

Seyyah Hikâyeleri-I

-Yakan nerde oğlum?

-Düğmesi koptu örtmenim!

Kitap fuarları üzerine yazmak niyetiyle başladım ancak malumunuz olduğu üzere konuları evveliyatından alarak anlatmaktan pek hoşlanırım, şimdiye dek yazılarımda o evveliyattan nihayete bir türlü gelememiş olsam da… Bu sefer tamamlarım hüsnü zannıyla yine de -Dandanakan’a gitmeden elbet- mevzuyu biraz geçmişten alarak birkaç kelam edeyim. Başlamadan önce hicapla belirteyim; sizler özlediniz mi bilmiyorum ama 3 senelik ara boyunca çokça lakırdı edip münasip/mübarek/müsait bir durakta inmemek terbiyesizliğini gösterdiğim için de bütün inecek var ehlinden özür dilerim. Lütfen kabul ediniz.

Mesai kavramı ile memleketin bütün çocukları mecburi eğitim dolayısıyla tanışmışlardır. Eğitime ne kadar mesai denir bilmiyorum ama -burada belirtmekte fayda var, bu memlekette okula gidip gelmeye ne kadar eğitim denir orası daha mühim tartışma konusu edilmelidir- mesai iddiam cuk yerine oturmalıdır, çünkü bütün öğrenciler düzenin olmazsa olmazlarıyla okul sıralarında hemhal olurlar. Bu mecburiyetten mütevellit bu satırları okuyan herkes ömrünün bir döneminde beyaz yakalı olmak bahtsızlığı ile tanışmıştır. Sahi, bir zamanlar, hepimiz hem beyaz yakalı hem de önlüklü idik, şimdi hangi sıfatlara sahip olursak olalım. Sonra gerçekten beyaz yakalı olmaya terfi ettik, ta ki üniversite sıralarına kadar.

Hayatımda yalnızca şimdi –işsizim- bir de üniversite yıllarımda olduğu kadar serbest kalmadım. Üniversitede ilk işim sakal uzatmak olmuştu o sebeple, çok kısa süreleri saymazsak beni üniversite yıllarından tanıyan herkes sakal ile özdeşleştirir oldu. İşsiz kaldığım gün de sakal bırakmaya başlamam sanırım bu özgürlük ve serbestlik hissiyatından… Ne zaman sakalımı kestiğimi görürseniz ya serbestliğimi yitirdiğim ya da yitirmek üzere bir yerlerle/birileriyle görüşüyor olacağım fikrini hemen alnımın çatına yapıştırabilirsiniz. Anlayacağınız, ya sakallıyımdır ya da beyaz yakalı. Bu ne çıldırtan denge!

Kitap fuarları ile beyaz yakalılık ilişkisi biraz garipsenebilir. Beyaz yaka meselesini kronolojik olarak ileri bir tarihe atarak serbest zamanlarımdan kalma yaşanmışlıkların, beyaz yakalılığa rücu edişimde müstesna yeri vardır. Onu da anlatacağım.

Çok kitap severiz, şöyle kitap severiz, böyle kitap okuruz lakırdılarını geçiniz. Kitap seven bir toplum olsak özgeçmişimize kitap okumayı hobi olarak yazma cüretsizliğinde bulunmayız zaten. Bizde en önemli uğraş biriktirmek ve züppece göstermektir. İster kabul edin, ister etmeyin. İsimleri lazım değil koskoca kitapçı zincirlerinde en çok okunan değil en çok satan kitaplar rafı vardır ve o rafta en çok satan kitaplar aslında mutlu bir azınlığın birbiri ile paylaşmaktan kaçındığı ama en çok da herkesin elinde ve evinde bulunan, içi hiç açılmamış ya da birkaç sayfası okunmuş ağaç katliamlarıdır. En iyi ihtimal ekşi sözlüğe girip şarkıcı Madonna’dan bahsetmediğini öğrendiğimiz kitabın çekilecek filmi hakkında, bir televizyon figürünün şarkıcı Madonna zannı ve edepsizliği ile sosyal medya hesabımızda dalga geçmekten öteye giden insanlar değiliz. Biz buyuz, kabul ediniz.

Konudan konuya atlıyorum farkındayım, bunu 3 senenin açlığına veriniz. İnsan yazmadıkça köreliyor, kusmadıkça beynine sancılar giriyor ve halüsinasyonlar başlıyor. Benimkisi de bir cinnet hali olmalı, okumak devrimci bir eylemse yazmak da çıldırmanın bir evresidir kanaatindeyim. Size bir sır vereyim hazır çıldırmışken, -hiç kimse cinnet halinde açığa vurduğu sırdan dolayı kınanamaz- iyi, hoş yazıyorsunuz çiziyorsunuz da ne farkınız var diğer yazan çizenden, siz niye inenlerdenseniz diye soracak olursanız, -Buğra affet beni- efendim mesela biz sevdiğimiz yazarları öbür dünyaya göçtükleri günde kaybetmiyoruz. Ne var bunda, biz de sevdiğimiz yazarları kaybetmiyoruz, hem de hiç kaybetmiyoruz dediğinizi duyar gibiyim. Yok işte, biz aynı zamanda kaybediyoruz. Tüketim toplumunun çok satanlar rafına girmiş bir yazar/şair, ellerimizin arasından kayıp gidiyor ve biz oturup bir gün belirliyor ve kaybettiğimiz yazar/şaire anma günü düzenliyoruz. En yakın örneklerini Oğuz Atay, Sabahattin Ali, Turgut Uyar ile yaşadık, Ahmet Hamdi’nin yasını yeni tutmaya başladık, Atsız’ın can çekişişine yüreğimiz dayanmıyor.

Fuar, kitap ve beyaz yakalı muhabbetine sonra devam edeceğim. Uzun bir aradan sonra konudan konuya atlamaktan sizi yorduğum gibi ben de yoruldum ama son bir anı ile bir sonraki yazıya selam çakayım.

Ocak ayında Ankara’da bir kitap fuarı düzenlendi. Âdetimdir, muhakkak uğrarım. İsmiyle müsemma bir yayınevi önünde –rafların önünde kimsenin olmaması isminden belki de- bolca Marksist yazarın yer aldığı rafların arasında satışı yok-tükenmiş ikazına internet cenahında bolca rastladığım bir Rus yazarın kitabını gördüm. Satın alma/tüketme hazzı ile damarlarımda dolaşan hormonların verdiği mutluluk, yanımda bitiveren tiz sesli hatunun sorusu ile hüzne dönüştü: “Nuri Pakdil var mı?” Hatıradaki ironiyi yayınevi/Marksist ve Rus yazarlar terkibinden alarak, “Allah de ötesini bırak” haricinde kitap okumamış olanların bu fuarlara “Allah de ötesini bırak” kitabı almış olmaya gelmeleri gerçeği ile birleştirip herkese bol tüketimler diliyorum. Sözlerim Meclis’ten dışarı bittabi…

Tekrar merhaba,