İçeriğe geç

Sanrı

Depremler oluyor zihnimde ve “zaman” kavramımda oluşan çatlaklardan anılar sızıyor yüreğime. Yüreğim sızlıyor.
Çatlaklar… O çatlaklardan ansızın sızan “anı”lar… Uçuruma evrilen çatlaklar. Karanlığa çıkan… Birazdan gün(eş) de batacak zaten… Depremler… Depremler… Kulaklarıma dolan sağır edici bir uğultu; ama hep aynı melodi sanki… Yarıklar… Uçuruma evrilen…

Bir şarkıyı insan defalarca neden dinler ki… Kaçıncı dinleyişim bilmiyorum. Kelimeleri kaçıncı kere yazışım ve silişim onu da bilmiyorum. Anlatamadıklarımla, söylediklerim arasında sıkışıp kalanlar… Kelimeler sararıp dökülüyor. Anlatamadıklarım içimde alev alev. Yaptığım; karanlıktan kurtulmak için yaprakları sararan ağacın dallarını tutuşturmaktan başka bir şey değil. Oysa kökleri hala sağlam. Ve hissediyor yanan dallarını. Bir yanı yanarken, diğer yanı gözyaşı döküyor… “Gözyaşlarımız kurduğumuz kalelerin harcıdır… Zayıflıktan değil, güçlü olmaktan gelir…” diyorum kendime…

Ne yazarsam yazayım, kelimeler dile gelecekken; beynimde açılan yarıkların oluşturduğu ve belki de çıkışı olmayan onlarca labirentin içinde kayboluyor ve ruhumun derinliklerine gömülüyor… Şarkı bitti. Sessizlik. Hayır, yeniden aç şarkıyı; yeniden dinle. Güneş ufuğun bağrını kanatırcasına batıyor. İçimdeki çocuğa hasret, kanayan dizlerim ve yüreğimle, bir sonrakinin bir öncekinden farkı olmayan günler silsilesinde; sadece kelimeler değil umuda dair ne varsa yitip gidiyor, içinden çıkılamayan şu hayat labirentinde … Bir gün daha bitiyor işte… Ölüyor gökyüzünün kollarında… Ufkun kızıllığına karışıp gidiyor kanayan yaralar… Bir at şahlanıyor bulutlardan, bir rüzgar esiyor, bozkır dalgalanıyor… Bir ürperti… Bir hayalet ses: Martı sesi… Bir ürperti daha… Geçmişte söylenen hala bugünde yankılanabilen hayalet cümleler… Konuşamıyorum. Anlatamıyorum.

Bugünün batan güneşinin kızıla boyadığı ufukta bir bir anılar beliriveriyor… Gözlerim buğulanıyor… Bütün benliğimi sarsan bir özlemle kavrulurken vücudum, ellerim üşüyor, geriliyor titriyorum… Mütemadiyen özlediklerim var; özlüyorum dediklerim… Ve özleyecek olduklarım. Anılar… Bütün anıların doğmasının sancısı… Toplayıp, toparlanıp gidemiyorum. Bir bir aklıma geliyor; yürüdüğüm yollar, dinlediğim şarkılar, okuduğum kitaplar, parkta hep oturduğum bank… Söyleyemediklerim ve söylediklerim. Küskünlüklerim, kavgalarım, gözyaşlarım, sevgilerim, arkadaşlıklarım, dostluklarım, hayalkırıklıklarım. Hepsi bir bir saçılıyor etrafıma… Toparlamak ister gibi de bir halim yok. Aksine saçılan her bir anıyı bugünmüşcesine yaşamak istiyorum. Buz gibi camdan bir duvara tosluyorum. Gördüğüm; camın ardı değil, gözlerimden cama yansıyan geçmiş… O camdan duvarın ardında bekleyen gelecek de, kaf dağının ardından farksız… Ah özlem… Ah… Geçmişime takılıp düşüyorum geleceğimi göremeden… Paramparça bir benlik, paramparça düşler, paramparça sevgiler… O cama geçmişe olan özlemimle çarptım. Cam kırıldı, her şey kırıldı. O cam kırıklarının üzerinde gezinmeye başlıyorum… Can kırıklarının üzerinde… İnanamıyorum, ayaklarımı kanatanın bir zamanlar yüreğimi kanattığına. Kalbim ayaklarımın altında. Anlamı ve değeri kalmıyor hiçbir şeyin…

Keşke içimdeki fırtınalar dile gelebilse. Ama kendi girdabımda kaybolup gideceğim… Sessizlik… Aslında tam olarak sessizlik değil bu. Kafamda avaz avaz bağıran düşüncelerin karşısında sinip kalan hislerin vakur duruşu. Bu asla sessizlik değil. Bu sadece suskunluk… Bir yerden sonra sözcükler de anlamını yitiriyor; sus pus kalıyorsun…Bir umut cümlesine bağlıyorsun tüm dile dökülemeyenleri ve güneşi bekliyorsun . Anlatacak bir şeyin kalmaması mıdır suskunluk? Yoksa anlatamayacak kadar yorgun ve bıkkın, hatta yenik olmak mıdır? Bir kaçış?.. Bir kabulleniş?.. Vazgeçiş… Tükeniş… Suskunluk… Belki de, insanlar yokmuş gibi yaşamak hepsi bu… Bir başınaymışım gibi… Doğru ya, konuşmak için en az iki kişi lazım geliyorsa; suskunluğun nedeni, karşındakini var edemeyiştir . Çünkü konuştuğun biri demek, duvarlarını indirdiğin biri demek olduğu kadar anlatmaya değer bir şeylerin olduğu manasına da gelir. Eğer yorgunsan… Tükendiysen… Duvarlarını indiremiyorsan… Susarak konuşmaya başlarsın anılarla, hayaletlerle. Ve hatta bir süre sonra; içten içe, kendi kendine konuşursun… Issız sessiz bir çağlayan oluverirsin; kelimeler içinde çağıldarken tüm asiliğiyle, dışın süt liman.

Bir gün daha bitiyor… Zaman ne de çabuk geçiveriyor. Bugünler nasıl da ekleniveriyor dünlerin üzerine ve değişiveriyor her şey. Her şey olmasa da çoğu şey. Ne ardında bıraktıkların eskisi gibi kalıyor, ne de bırakamadıkların bugüne taşınabiliyor. Her halukarda soluyor dünün nazlı çiçekleri; anılar… Bazı şeyler hızla değişirken, geçmiş bile bugünün esiri olurken; bazı şeyler de inatla değişmiyor. Mesela her halukarda öğreneceğin bir şeyler oluyor şu hayatta. Her halukarda yara alıyorsun. Beklentiler mi yaralıyor diyorsun; silip atıyorsun beklentilerini ama bu sefer ummadığın yerlerden darbe alıyorsun. Mesela ne yaparsan yap aynı düğüme takılıp kalıyor kelimeler. Ne söylersen söyle çözülmüyor o düğüm. Gitmiyor o his. Zaman kayması yetmezmiş gibi anlam kayması yaşıyorsun.

Geride “kal”anlar… Geriye “kal”anlar… Belki de işte her şeyin kördüğüm haline geldiği ve suskunluğa perçinlendiği, beyazın siyah olduğu ayrım, bu ayrım işte… İşte tam da bu noktada “Kalmak” eyleminin esaretinden kurtulmanın tek bir yolu kalıyor: “Gitmek”… Vazgeçiş… Her seçim bir vazgeçiş ise, her vazgeçiş her suskunluk da bir seçim olabilir mi acaba? Tersten yaşamak… İstemediklerime karşı koyuş, ama istediklerim için mücadele etmekten vazgeçiş… Yani bir şeylerin gerçekleşmesine odaklı bir yaşam biçiminden ziyade bir şeylerin gerçekleşmemesine odaklı bir yaşam biçimi…

“Mütemadiyen özlediklerim var; özlüyorum dediklerim… Ve özleyecek olduklarım.”

Bir gün daha bitiyor genzimde hala acının buruk tadı, gözlerimde hüzün… Geçmişin sanrılarından kurtuluyorum bir bir, gökyüzü usulca karanlığa bürünürken… Özlediğimin ne geçmiş ne de geçmiştekiler olduğunu farkediyorum…