İçeriğe geç

Psişik Mevzular 32, ” Genizdeki Kan Kokusuna Dair “

Şeyh Gaip: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i Şentepesin sen”

Yokuşlarıyla nam salmış semtimizin, bütün yokuşlarının birleştiği tepe noktasında tek kişilik barajımı kurmuş, düzdekilerle aramdaki mesafeyi dokuzonbeşe çekmeye çalışıyordum. Hakem yoktu. Terli terli bakışıyorduk, hava hep rüzgârlıydı ve yıldızlar bana onlardan daha yakındı. Onlar bana yukarıdan, ben onlara yüksekten; Şentepe’den bakıyordum. Görmek tabiatın inisiyatifindeydi. Onlar dar vakitlerinin sıkıştırılmışlığıyla ve beton duvarların izin verdiği; ben geniş ölçekli vakitlerimin olanca sıkıştırılmamışlığıyla ve tabiatın izin verdiği ölçülerde görebiliyordum.

O zamanlar; Düş Sokağı Sakinleri sakin, Haluk LEVENT kel değildi.

Hayata düzdekilerin surat ekşittiği; ama ebeveynlerinin içinden çıkıp geldiği kültürel noktadan yapışıyordum. Bu zaruri bi’tepkinin değil, yalın ve kesinlik arz eden bi’tercihin sonucu idi. Onlar sadece anlamıyorlardı. Misal vermek gerekirse; tespih bağımlısıydım. Tespihi kişiliğimin oluşmasında en birinci 2. etken olan semtimizin etiketi olsun diye değil, tam olarak amacına uygun bi’şekilde; sıktığım dişlerimin gıcırtısını bastırsın diye kâh çekiyor kâh sallıyordum. Sonra, arabeskçiydim. Arabeskte farklı ve derin manalar buluyor, hissedişlerimi terennüm edebilen tek insan olduğu için Ferdi beyi hayatımın özel bi’yerinde muhafaza ediyordum. Bunlar, düzdekilere son derece ters gelen fevkalade cıss şeylerdi. Çünkü o zamanlar; Düş Sokağı Sakinleri sakin, Haluk LEVENT kel değildi. Ona keza; beklentilerim beni düzün insanlarından keskin bi’şekilde ayırıyordu. Keskinliği ise şuradan geliyordu: Beklentisizdim. Şahane ve düzenli kavgalar edip, disiplin müessesesinin sürekli müşterisi olma durumum başka türlü nasıl açıklanırdı ki zaten. Yakınlarım dahi haytanın biri olma yolunda emin adımlarla ilerlediğim konusunda handiyse fikir birliği ediyorlardı. Hâlbuki iç âlemim, reculiyet makamının azizi olarak takdim ediyordu beni kendime…

“ Şaşkınlık aklı, yanlışlık hakkı korur. ”

Tokyo’ nun en işlek caddesine pat diye bırakılıvermiş Postmodern Bedevi gibi şaşkın şaşkın izliyordum etrafımı ve olanı ve biteni. Tayyi mekân ve tayyi zaman da dahi bu böyledir; “Olan, biter.” Öte taraftan insanlar, işi gücü bırakmış doğruyu doğru yerde yapmanın doğru bi’şey olmadığını öğretiyorlardı bana. Falsoya meyyalimden çabuk öğrendim. Doğruyu yanlış, yanlışı doğru yerde yapmayı da denedim bir süre. Yöntem olarak bu da, işleri b.mb.k etmekten başka bi’halta yaramıyordu, bıraktım. Doğru, yanlış, zamanlama ve mekanlama zihnimde hercümerc olmuş; manik depresif bi’ruh hastasının boşluğa kazıdığı imgesel kara kalem çalışmasını andırıyordu. Bir işi muntazam yapmanın bütün teferruatlarını s.kt.r edip düzenli yanlışlar yapıyordum artık. Yanlışı; su içer, yemek yer, okula gider, sabaha karşı uyur, can kulağıyla Ferdi bey dinler gibi yapıyordum. Kaporayı peşin peşin yanlışı yanlış yerde yaparak ödüyordum. Bütün bunlar köyü görünür, kılavuzu gereksiz, iblisi başarılı, cehennemdeki yerimi ise garanti kılıyordu.

“Kahveye çıkmak hayati bir eylemdir ve Pioneer Hüseyin beklemekten hoşlanmaz”

Hadi ben tuhaf yaşıyordum. Onlar yaşıyor muydu acaba? Hadi ben geceleri genellikle evde, gündüzleri mahallede, arta kalan zamanlarda Koca Herif ‘in dizinin dibinde, genel toplama bakıldığında ise elimi attığım her işte istisnasız sınıfta kalıyordum. Ama en azından sınıfın neresinde kaldığımın farkındaydım. Onlar farkında mıydı acaba? Dünya diye anılan acaip değişik bu yerde, bu soru ve sorunlarla meşgul olacak duyarlılık sahibi Vandal yürekler her zaman bulunurdu elbet. Benimki de laf mı şimdi? Ben mi? Yooo! Beni atlayın, atlayın ve lirik şiYirimle idare edin:

“Zira, başımdan çok çok aşkın işim var benim
Pioneer Hüseyin kahveye çıkmıştır çoktan
Ve beni bekliyordur merakla, hiç yoktan
Varsayın ki zamanede Buridan Merkebiyim”

Gidiyorum, gelmek üzere.

T.s.k,