İçeriğe geç

Psişik Mevzular 37, ” Dört Başı Mamur Bir Ölümün Püf Noktaları “

Sadece öldüğünde anlayabileceğin şeylerin başında kendi ölümün gelir.”  Koca Herif

Feci bi’yürüme ihtiyacıyla aniden irkildi mayışıp kaldığı koltukta. Kalktı, toz gibi. O esnada arka fonu Kaptan’ın Ferda isimli şiiri süslüyordu. Şiire, “Yürüyün Çocuklar/ Siz bizi göremezsiniz/ Çünkü sizin gözleriniz bizim gözlerimiz*” diyerek eşlik etti. Masasının üstünde dağınık vaziyette duran zipposunu ve sigarasını aldı. Malzemeleri ceplerine eşit şekilde dağıttıktan sonra insiyaki bi’hareketle cep telefonuna gitti eli. Tam cebine yerleştirecekti ki küçük fakat önemli bi’detayı hatırlar gibi duraladı. “En iyisi onsuz çıkmak” dedi ve aldığı yere bıraktı. Telefonla konuşmayı sevmediği yahut telefona konuşmayı beceremediği için sevmiyordu onu. Ayrıca onsuz daha özgür hissediyordu kendini. Biraz daha özgürlük adına gerçekten en iyisi onsuz çıkmaktı. Gerçekten onsuz çıktı.

Rotasız yürüdü. Yürümek, iflah olmaz bi’alışkanlık halini almıştı artık onda. Zaten O’na göre her insan günde en az bir’saat yürümeliydi, o da en az. Yürünmeliydi; çünkü henüz kendisine bile hakkıyla ispatlayamamış olmasına rağmen, yürüyen insanların varlığı ile dünya denilen virane üzerine çarşaf misali yayılan muammanın netliğe kavuşabilmesi arasında dosdoğru bi’orantı bulunduğunu seziyordu belli belirsiz. Ve yine ona göre; sezmek, bilmenin her zaman bir adım önündeydi. Ayriyeten yürümenin, salt tefekkür için “tasarlanmış” en şahane “yer değiştirme aracı” olduğunu düşünürdü. Hatta yer değiştirmeden kastının sadece maddi olmadığını manen yer değiştirmeyi de kapsadığını anlatır dururdu konuyu sıkıcı bulmayan arkadaşlarına. Fakat ne yazık ki yürümenin angarya kabul edildiği bi’renk ve madde cümbüşü idi burası, dünyaydı işte… Üstünde çok durmadı, “ Neyse ” dedi ve ekledi “ Yürüdüğüm iyi oldu, yürümeseydim ölürdüm herhalde! ” Bu cümleyi yaklaşık 7 yıldan beri canı her sıkıldığında kuruyordu ama ne hikmetse bi’türlü ölmüyordu.

Böyle zamanlarda ne geleceği, ne de şimdiyi düşünürdü. Sade ve sadece 2006’nın baharı başlarken sonlanan geçmişine döner; kendi çapında efsane sayılabilecek radikal vazgeçişlerinin birdenbire nasıl olabildiğini anlamaya çalışırdı. “ Erken öldü. Belki ben de öldüm. Olabilir. Belki de bazen bi’ölüm en az iki kişi içindir. Bak bu da olabilir! ” diye mırıldandı. Fakat bunun da üstünde pek durmadı. Bi’sigara yaktı ve kati bi’kararlılıkla eve döndü, yürüyerek. Bu katilik; ansızın göğün göğsünü yırtan olgun bi’şimşeğin çakmasını, köpeklerin ağızlarını köpürte köpürte havlamasını, kuşların toplu intiharını ve mümkünse bi’kaç binanın yerle yeksan olmasını gerektiren bi’katilikti. Çok sert bi’katilikti. Fakat bunların hiçbiri olmadığı gibi her şey ve herkes alabildiğince normaldi.” İnsanoğlu idrakini, normalin ve normalliğin kabulü kadar zorlayan başka bi’şey yok herhalde!” çıkarımına vardığında kapının önündeydi. Anahtarı yoktu, hiç olmamışlığından yoktu. Sezgilerine duyduğu güvenden zile de basmadı. “Şimdi” dedi ” biri kapıyı açacak, muhtemelen annem! ” 54 dakikaya yakın bir süre kapıyı kimse açmadı. O da inatla (yahut sabır) zile basmadı. Annesi çöp atmak için kapıyı araladı. Onu başıyla selamlayıp odasına yürüdü. Kitaplığının önüne geldiğinde bi’sigara daha yaktı ve aralarından birini çekip çıkardı: Yaşadığım Gibi. Lalettayin bi’sayfa açtı. Bunu neden yapmıştı bilmiyordu. Esasen sadece bilmiyordu. Neyi bilmediğini dahi bilemeyen bi’bilmezdi. Mevzu bahis kendisi olunca ” Bilmez ” dışındaki her seçenek sırıtıyordu üstünde.

Evvelden altını çizdiği bi’cümleye takıldı gözleri, okudu.

“ Bu sükût benim dikkatimdir.”

Üstüne alındı. Üstüne alındığı için yaktı üçüncü sigarasını, ikincisi henüz bitmemişken. “ Bi’çılgınlık yapmalı! “ diye geçirdi aklından. Üzeri hissedilir düzeyde toz bağlamış cep telefonunu eline aldı. Sırasıyla; 0,3,1,2,3,4,3,.,.,.,. tuşlarına susmak için bastı. Bu saçmalığı gerçek bi’çılgınlık olarak düşünüyordu. Fakat çılgınlığı kimsenin açamayacağını adı gibi bildiği telefonu açan kişi yapmış ve ” Efendim ” demişti. Konuşmadı demek doğru olmazdı, konuşamadı demek doğru olurdu. Şoka arka kapıdan girmiş, çıldırmasına ramak kalmıştı. Telefon, gevşeyen parmaklarının arasından kendini yer çekimi kuvvetine bırakmıştı. Yaptığı çılgınlığın hayat düzleminde daha büyük bi’çılgınlıkla karşılandığını yaşadığı şokun etkisindeyken dahi fark edebilmişti. Sonra, elini kaşınan bacağına attı. Kaşınabiliyor ve elini kaşınan yerine doğru atabiliyordu. Öyleyse bu iyiydi. Demek ki daha ne delirmiş ne de ölebilmişti. Bacağını sıkan çorabın bıraktığı ize sükûtlu bi’dikkatle baktı. Baktığı yerden başlayarak geriye doğru manevi bi’yürüyüş gerçekleştirdiğini; olan biten her şeyi tek tek, tane tane anlamaya başladığını anladı. O an ölmeliydim diye geçirdi içinden, “ Sadece o an – Ölsem eksiksiz ölürdüm-** ” dedi dışından. Artık, ölümünün de eksik olacağının bilincindeydi. Olsundu. Zaten ne hikmetse bi’türlü ölmüyordu.

Üçüncü sigarasının bittiğinden emin olduktan sonra yaktı dördüncü sigarasını. Dördüncü sigarası da beşincisi için sırasını savarken O, Zırva Defterine şu satırları kaydediyordu: “ Bunları sana yazıyorum. (Buradaki –sana- zamiri bizzat kendisinin yerini tutar) Şimdiden sonra ve ölmeden önce, o arada işte sakaldan bağımsız şekilde sözü dinlenen bi’ulu kişi olursan; Orta Asya, Anadolu ve Rumeli’ni karış karış gezerek “ Dört Başı Mamur Bi’Ölümün Püf Noktaları ” konulu seminerler vereceksin. Vermezsen de adam değilsin! “

İrkildiği koltukta mayışıp kalmıştı yine. Beşinci sigarasını yaktı, dördüncünün közüyle. Sonra gözlerini kontrol etti. Kontrol ettiği gözlerini tam dokuz kere kırptı, sekiz kere açtı.

Kontrol ettiği gözlerini dokuzuncu açışı, mahalle imamının günün ilk Allahu Ekber’ini dediği zaman dilimine tekabül ediyordu ki bu durum; kendinden müşteki insanlara özgü ses tonuyla “ Neden benim her işim yarım yamalak! ” şeklinde söylenmesi için kâfiydi.

* Kaptan, Ferda
** Kaptan, Pia

T.s.k,