İçeriğe geç

Psişik Mevzular 1, ” Üzgünüm Baba, Lojman Çocuğu Olamadım! “

Kabına Sığmakta Hayli Zorlanan Asker’in Kabına Sığmakta Hayli Zorlanan Çocuğuyum…

Eğer babanız kabına sığmakta zorlanan bi!askerse; mecburi alışkanlıklarınız arasına göçebe yaşamanın icapları gibi bi’formaliteyi, hobilerinizin arasına ise koli arama tarama, nakliye firmalarını yakından tanıma ve hatta mümkünse o cenahtan bi’kaç arkadaş edinme aktivitelerini katmanız gerekir. Tayin ya da sürgünün kazanımlarıdır bunlar kısaca. Başka ve iyimser bi’anlatımla; değişim ve değişiklik diyebiliriz… Hayatının tamamını yahut önemli bi’bölümünü doğduğu yerde tamamlayanlar ile bizim gibilerin arasında belirgin farklar vardır… Misalen; hareketleriniz hızlı, bakışlarınız dikkatli, geçiş süreçleriniz kısa ve ağzınız iyi laf yapıyor ise değişim merkezli bir hayat yaşıyorsunuz demektir ki bu minvalden bakılınca dışarıdakiler tarafından değişime açık “değişik biri” olarak nitelendirilmeniz kulağa hiç değişik gelmez…

İlkokul çağlarından itibaren sürekli okul ve şehir değiştiren bi’çocuğun, yapılan her değişiklikle kalıp halini almış mevcut arkadaşlıklar ve ilişkiler ağı içerisinde yer edinebilmesinin zorlukları ve her okulda hatta her sınıfta bulunan haylaz çocukların ” Hoşgeldin evlat, burası benim çöplüğümdür” manasına gelen çocuksu ve hırçın karşılama törenleri ile karşılaşması kuvvetle muhtemeldir. Bu gibi durumlarda “ne çöplük, ne arkadaşlıklarınız, ne de ilişkiler ağınız umrumda değil zaten kalıcı da değilim; suya sabuna dokunmam arkadaş” deyip tercihinizi bu yönde kullanabilir ve onların insafıyla doğru orantılı bi’şekilde bir zaman sonra belki ve kısmen rahat edebilirsiniz. Yahut yekten ” Daha önce bu filmi seyretmişliğim çoktur dostlar! rahat olun, çöplüğünüze, arkadaşlıklarınıza ve ilişkiler ağınıza diktim gözümü, dik durun geliyorum…” deyip bedelini bi’kaç gereksiz itiş kakış ve veya küfür ile peşin peşin ödeyerek rahatlığınızı etrafınızdakilerin insafına bırakmadan kendi kendinize temin edebilirsiniz… Şu an oturma eylemini gerçekleştirdiğim hafif nemli bu koltukta aval aval hatıraları yoklarken kendi kendime tercihimi hep ikinciden yana kullandığımı ve bi’istisna dışında hep rahat ettiğimi fark ettim…

İSTİSNA

Sınıfa hocayla beraber girmiştim. Ne de olsa koskoca bi’astsubayın oğluydum ve babamın ilgili bi’baba olması aslını söylemek gerekirse sadece asker olması bile sınıf öğretmeninin benimle daha fazla ilgilenmesi için yeterli bi’sebepti o kasabanın şartlarında. Çok geçmeden bakışlarımı sıralara doğru çevirdiğimde bi’kaç gün içinde çoğuyla arkadaş, kimisiyle hiç muhatap dahi olmayacağım bi’sürü insan kafasının oluşturduğu Trakya sarısı gözlerimi doldurdu. Biri hariç.

O… En arkada, ten ve saç rengi az çok bana benziyor ve yalnız oturuyordu. Hocanın kısa takdiminden sonra ufak ufak kendime sıra aranırken bana benzeyen o çocuğun yanının boş olduğunu fark ettim. Tam o tarafa doğru seğirtmiştim ki hocanın “oraya değil, oraya değil” dediğini işittim. Durdum. “Oğlum, Vasfi sen geç en arkaya x’ in yanına, aramıza yeni katılan arkadaşın senin yerine otursun !” dedi son olarak. Anlam verememiştim ama yine de dediğini yaptım. Yer değiştirme işlemi sırasında bir ara Vasfi ile göz göze geldiğimizde hocanın bu isteği suratının asılmasına sebep olduğunu fark ettim. Neden? O en arka sırada oturan çocuk kafama takılmıştı arada bi’kafamı çevirip bakıyordum.  O ne bana ne de tahtaya bakıyordu. Boş boş müstakbel arkadaşlarımı inceliyor gözlerini üstlerinden ayırmıyor hocanın ve tahtanın hiç umurunda olmadığına dair tavrını çok net belli ediyordu. Aynı şekilde hoca da sanki onun bu durumundan memnunmuş gibi davranıyor tabiri caizse özerkliğini ilan etmesine ses çıkarmıyor, içişlerine karışmıyordu. Dışarıdan bakıldığında “Al gülüm. Ooo çok mersi canım, sende bunu al ” oynandığı hemen fark ediliyordu. Neden sonra, onunla göz göze geldik?

İyi niyetler alışverişinin yapıldığı bi’takılma değildi bu takılma, öyle hissetmiştim. ”Buldun mu yine belayı “ diye geçirirken içimden takriben 1 dakika süren bakışmadan gözlerimi ilk kaçıran ben olmuştum istem dışı. Dakka bir gol bir yani…

Karaydım ve koskoca bi’askerin düşük omuzlu, gövdesine nispeten kafası birazdan biraz daha büyük çocuğuydum. Onlara, farklı bi’tip olarak göründüğümün farkındaydım ki bu benim açımdan aşırı alışılmış bi’durumdu ve bi’kaç gün sürerdi; büyükşehirden gelmiş olmam da cilasıydı elbette bu farklılığın. İlk okul gününün ilk okul çıkışı önemlidir. Tayin (sürgün) kavramının hayatın pratik kısmında kullanabileceğim en önemli kazanımıydı bu belki de. O yaşlardaki çocuklar için eve gidiş arkadaşlığından daha işe yarar bi’şey varsa da ben bilmiyordum.

Evleri bizim yeni evimize yakın olan çocukları tespitle geçti ilk günlerim, üstelik bulmuştum da bi’kaç tane akıllı uslu Ayçiçeği. Okul biterdi, ben giderdim mahalledaşlarımla, o gitmezdi… Karaydım ya, ama o da karaydı. Diğerlerini hatırlamam ama o çocuk yadıma düşer zaman zaman…

İlkokul pedagojisi yahut kafası gereği ufak tefek haylazlıklar yapma sırasının geldiğini telkin ediyordu mizacım. Okulda vakit geçirecek kadar meşgale ve bunları organize edecek kadar arkadaşım olmuştu. Arkadaşlarım gözümde un, şeker, yağ olarak gözükmeye başlamıştı ve bunlardan ve bunlarla beraber helva yapılacaktı. Geçiyordu günler tıkırında mıkırında aheste aheste.

Onunla herhangi bi’temasım olmamıştı. Gerçi onun da  tıpış tıpış kantine gönderdiği Ayçiçekler dışında kimseyle bi’teması olmuyordu. Kendi kafasını yaşamayı hak ettiğini her hal ve hareketiyle belli ediyordu.  Bütün diplomatik ilişkileri kesmiş iki sınır komşusu gibi ufak bir kıvılcımın çıkmasını bekliyorduk savaşmak için…

Beden hocası Salih’ in olmadığı o gün, beden dersinin kafamıza göre takılmakla geçeceğini müjdeliyordu bizlere. Sınıfın çoğunun katıldığı bi’oyun oluşmuştu: Yakartop ve o da katılmak istiyordu. İstiyordu da denemez aslında direk katılıyordu keyfinin talepleri doğrultusunda. Bu durumdan hem rahatsız oluyor hem de seviniyordum sebebini bugün bile anlayamadığım bi’şekilde. Ama, amacının oyun oynamak değil çocukluk deyimi ile “gıcıklık” yapmak olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Gıcıklığıyla ufak ufak dağıttı çocukları; oyun da güme gitti haliyle. Sinirlenmiştim; hem şimdi tepkimi ortaya koymazsam sonraki günlerin daha zor geçeceğini tecrübelerim sayesinde çok  çok iyi biliyordum. Dikildim karşısına yüzde yetmiş Köroğlu yüzde otuz Dadaloğlu edasıyla; sinirlendi, sinirlendim. Geriliyordu ortam. Gerilecekti, kaçınılmazdı. Nasıl olsa çatışmaya yabancı değildim hatta baya baya tiryaki sayılabilirdim ( o zamanlar ). Ama o benimle kavga etmek istemiyor gibiydi daha doğrusu onunla çatışmayı göze alamayacağımı düşünüyordu sanki.

Bi’süre daha itiş kakışla birbirimizi tartmaya devam ettik. Süre uzayınca ve hala geri vites yapmadığımı görünce kılıçlar çekildi. Şimdi sadece diş gıcırtılarını duyabiliyordum. İlk defa o anda titrek bi’korku içime doğru süzüldü kılcal damarlarımın yardımıyla. fakat alttan alamaz, pısamaz ve dahi sinemezdim. Öbür sürgün yolculuğumuz ya gecikirseydi, ya olmazsaydı? Gerçi babam bu konuda ustaydı, işi çok uzatmaz azami altı ay içinde tayin ya da sürgünün yollarını bulurdu ama olsundu, yiğit dövüşte gerekti.

Artık vaktin geldiği gün gibi ortadaydı. Uzatmalar oynanıyordu ve uzatmaları da kafa toslamacalar, iteklemeler  ile geçiştirmiştik. ”Tamamdır, geldi o an ” diye düşünürken kurtuluşumun habercisi yavşak müdürün sesi geldi. Sese doğru döndüm korkumu erteleyen utanılısı bi’istekle.

Mevzu ora ve anda şimdilik kaydıyla kapanmıştı. Okul çıkışında büyük curcuna olacağını neredeyse herkesin üzerine sinen sessizlikten anlamak o kadar da zor değildi. Şimdilik kaydıyla kapanan bütün hesapların çok geçmeden tekrar açılacağını bilmem söylemeye gerek var mı?

Bazı okul çıkışları kaosu ve kanıyla meşhur 18. asrı andırır!

Ona yükselerek dikildiğimi gören Ayçiçekleri alelacele toz olmuşlardı yanımdan yöremden. Umrumda da değildi zaten ama bu kaçışın anlattığı şeyler son derece umurumdaydı. Neyse, planımı programımı yapmış okulun bitmesini beklemeye koyulmuştum. Bitti. Okul. O gitmiyordu ya bende gitmedim. Oyalanıyordum ıslık çalarak. O ve o an geldi çattı. Şimdi kafa kafayaydık yine. Dişleri göstermenin vaktiydi artık. Konuşmanın olmadığı, her şeyin gözlerle ifade edildiği bi’bekleme ve başlayan çatışma.

Sonuç: Bi’çocuk tarafından bi’çocuğun yiyebileceği ölçülerde bi’araba dayağı yiyen tarafın ben olduğumu söylemeye bilmem lüzum var mı?

Akabinde O hiçbir şey olmamış gibi; ben olabilecek ne varsa olmuş gibi gittim. Oramda buramda neler yaşadığımı ispiyonlayan emareler Valide Hanım’ı velveleye sevk etmiş, Reis Bey’den bunu yapanları bulup cezalandırmasını annelere özgü bi’feryatla talep etmişti.

Reis beyin “ Kim yaptı?” sualine ” Sınıftan bi’adam. ” cevabını verdiğimde Reis bey arkasını döndü ve “Adam! Yarın selamımı ilet o adama o vakit “ dedi ve yemek saatine kadar oyalanmak üzere kendisine yine kendisinin tahsis ettiği koltuğa kuruldu yüzünden söküp atmayı unuttuğu o meşum gülüşüyle.

Zaten mesele ne evdekilerin bu gibi kriz anlarında takındığı tavır  ne de yediğim araba ölçekli dayak idi. Mesele sade ve sadece kolay lokmaymış lan bu intibaını bırakmamak idi, bu.

Amerikan filmlerinin ekranları işgal etmeye başladığı; pusu, komplo, kurnazlık ve suikast kavramları ile tanıştığımız zamanların direktifleriyle nerde oturduğunu, eve giderken hangi yolu kullandığını öğrenecek ona göre en müsait anda ve en münasip yerde çökecektim tepesine. Yediğim dayağın acısını çıkartmak değildi amacım, sadece benim de horoz olduğumu öğrensin, kabullensin istiyordum o kadar.

Ertesi gün sınıfa girdiğimde hiçbir şey olmamış gibi yalnız, sakin ve tedirgin ediciydi yine. Ona göre diğerlerinden bir farkım yoktu ve beni de diğerleri gibi görüyordu artık. Sinmiş ve pısırık. Bi’şeyler yapmalıydı hem de hemen…

Okul, her zaman olduğu gibi yine bitti ve plan pratiğe geçmeliydi. Gidiyormuş gibi yaptım; ama gitmeyip, kuytuda konuşlandım. Yaklaşık bi’saat kadar bekledi potanın altında hiçbir şey yapmadan ve uzun uzun etrafına bakınarak; sonra yürümeye başladı. Çok geçmeden okulun çok da uzağında olmayan evinin kapısındaydı. Suratı asıldı, tuhaf bi’bezginlikle kafasını kaşıdı ve isteksizce sofaya açılan dış kapının mandalını indirip içeri girdi. Öğrenmiştim evini ve gidiş yolunu ve işin en önemli kısmını tamamlamıştım. Yarın veya bi’gün veya bi’sonraki gün yarım kalan işimi tamamlamak üzere harekete geçebilirdim. Saat gibi tıkır tıkır işleyen planın verdiği keyifle eve doğru yollanırken bi’ses bi’kıyamettir koptu onun evinin o taraflardan kulağıma ve dahi sokağın içine doğru. Durakladım. Vazgeçtim gitmekten. Bekledim. Çok geçmeden çıktı. Çıkar çıkmaz göz göze geldik. Ne amaçla orda bulunduğumu fark etmişçesine hafif bi’tebessüm belirdi yüzünde ve gitmeyi düşündüğü yöne doğru vurdu ayaklarını. Madem yakalanmıştık artık  hesabı kapatmayı başka bi’tarihe ertelemenin de bi’anlamı kalmamıştı. Sırtıydı bana dönük olan tarafı ve amiyane tabirle “arkadan dalmak” olmazdı, yazmazdı delikanlılığın kitabında böylesine bi’dallamalık.

,“Baksana bi !” dedim, iplemedi.

Yineledim, biplemedi. Birkaç defa daha bağırdım oralı bile değildi. Koştum peşinden kıskıvrak yakalamak için. Koşarken, ikinci yenilgimin damağıma bıraktığı acı tadı hissediyordum. Yakaladım, buruk. Omuzlarından kavrayarak kendimden tarafa çevirdim.

Ağlıyordu; ses çıkarmadan, titremeden, yetişkin gibi. İçim cız etti. O an bütün hesapları kapatabilirdim kendimce, biri hariç. Konuşmaya çalıştım beceremedim; O da yardımcı olamadı. Kayıtsızlığını devam ettirdi. Sonra kolundan tuttum çekiştirmeye başladım götürmek istediğim yere doğru. Direnmedi. Cebimde kalan harçlık kırıntılarıyla o zamanlar yeni keşfettiğim Leblebi Tozu ve Niğde Gazozu ikilisini alıp geldim bakkaldan… Döndüğümde bıraktığım yerde duruyordu. Elimdekileri uzattım sinirlendi ters ters bakmaya başladı yine. Bu jesti haline üzüldüğüm için yapmadığını anlasın diye yılışmadım, gülmedim, ciddiyetimi korudum ve iki numaralı Kartal Tibet bakışlarımı monte ettim yüzüme. Yüzündeki sertlik yumuşadı; benim yüzüm dünden hazırdı zaten yumuşamaya. Kasabanın en büyük camisinin musalla taşına oturup, sessizce elimizdekileri tükettik. Çok az konuştuk, az çok büyüdük…

AKŞAM EZANLARI  ÇOCUKLAR EVLERİNE DÖNSÜN ARTIK DİYE OKUNURDU O ZAMANLAR

Orda oturduğumuz süreyi  saatler ölçemezdi. Bu onların işi değildi kesinlikle. Bu sırada akşam ezanı ha okundu ha okunacaktı. Bütün izinler, bütün haytalıklar, bütün oyunlar akşam ezanına kadardı. Babalar eve akşam ezanı okununca dönerdi ve babalardan sonra eve girmek zinhar günah gibi bi’şeydi. O dönem çocuklarının zehabıydı belki de bu; akşam ezanı sadece çocuklar evlerine dönsün artık diye okunur…

Kuru bile sayılmayacak bir vedalaşmadan sonra eve doğru yürümeye başladım. Az ilerledikten sonra para üstünü almayı unutmuş şaşkın tüketici misali durdum ve arkama döndüm. O, orada öylece duruyordu hala, “yetişkinler” gibi dedim içimden tekraren. ” Ödeşmemiz lazım, yoksa rahat edemem!” dedim dışımdan. Güldü ve boş boş bakmaya devam etti. Sonra kafasını çevirdi “Dövemezsin sen beni” dedi beninin üstüne basa basa. Ona karşı üçüncü yenilgimi almamak adına her şeyi yapabilirdim. Yaptım da. Hiçbi’şey söylemeden gözlerinin içine baka baka yağdım adeta üstüne. Sonuç: Dövemedim yine ama dayak da yemedim bu kez. Gülüyordu ayrıldığımızda alay eder gibi ve “ adi iyi ağvşamlar” dedi Trakya ağzıyla ve ondan ilk defa duyduğum içten bi’ses tonuyla.

Tamam, emanet olarak ona teslim ettiğim horozluğumu kısmen de olsa geri almıştım almasına ama eve geç kalıyordum şimdi de. O yaşlarda bir çocuk için eve geç kalmak doğru olsa bile kimsenin inanmayacağı gerekçeleri sıralamak demekti ve haddinden fazla sıkıcıydı. Bunlarla uğraşmak istemediğimi ne kadar samimi ve içten dilediysem artık ilahi olduğuna hala inandığım bi’mekanizma zamanı durdurup beni koşturuyordu. Ezan okunurken ben bittiğinde Reis Bey girdi eve. İç ve dış dünyamda her şey geçici de olsa yoluna girmişti. Ama onda her şey yolunda mıydı acaba? O seslerde neydi, o evde neler olmuştu veya oluyordu, hep mi böyle sesler geliyordu evlerinden? Bütün bir geceyi bu sorulara cevap aramakla geçirmiştim, kendimden geçercesine.

Ertesi gün yerinde ve her zamanki şekliyle oturuyordu. Sanki bin yıldır ordaymış gibi, dün hiçbir şey olmamış gibi öyle kayıtsız, sakin ve tedirgin edici. Vasfi’nin çantasını benim sıraya koyup onun yanına taşındım bütün mal varlığımla. Ne yaptığımı seyretti istifini bozmadan. Teneffüste göz ucuyla arandım ama göremedim. Çok geçmedi 2 simit 2 ayranla bitiverdi yanımda. Uzattı elindekileri gülerek. Yedik beraberce sonra hiç kavga etmedik, çok konuşmadık. Birbirimizden alacaklarımızı alıp kendimizi hayata bıraktık, çocukluğumuzla beraber.

O’nun sır perdesini veli toplantılarına katılma konusunda ki özel hassasiyetinden taviz vermeyen Reis Bey kaldırdı. Alkolik bir babaya, sinirleri yıpranmış bir anneye, hükümlü bir ağabeye ve bütün bunların yaşandığı bir aileye sahip olduğunu sorup soruşturmak suretiyle öğrenip bizlere naklettiğinde acıma duygusuyla karışık saygının ne demek olduğunu öğrenmiştim en hüzünlü tarafından.

İSTİSNALAR KAİDEYİ KATLEDER

Yaş ilerledikçe kuruyordu yaşlığı insanın. Ailelerin veya toplumun yarı korku yarı şaka yollu telkin ettiği hayata dair ipuçları yerlerini duyguları budanmış köşeli rasyonaliteye bırakıyordu. Ama bi’de kader vardı ve kaderin diğer bi’adı da gerçekti.
İlaveten alın yazısı da vardı, uçsa bile mürekkebi hayat onu pek mahirce okuyor adeta kafamıza vura vura okutuyordu. Gerçek, çoğu zaman buz gibiydi. Üşütürdü; fakat diri tutardı. Hayat, gerçekler bütünüydü ve katlanılıyordu mucizevi bir tevekkülle.
Yaratıklar kadar kader vardı ve her kader sahibini hiç şaşırmadan, şak diye eliyle koymuş gibi buluyordu, bulurdu. Hayat, kader kadardı. Kader olandı ve olacaklardı. O’nun da vardı kuşkusuz kaderi, alınyazısı ve göğüslemek zorunda olduğu gerçekleri ve bu onun kaldıramayacağı ağırlıkta da değildi. Çünkü, haber öyle verilmişti. (Bakara Sûresi 2/286)

Çok geçmedi ki bi’gerçek daha buz gibi duruverdi karşımda. Beklenen çok bekletmedi yine. Bizim Reis Bey üstün yeteneğini yine konuşturmuş ve bize yolu göstermişti başka bi’şehir, başka bi’okul, başka bi’sınıf ve bi’sınıf dolusu maceraya doğru. O günlere ve o kasabaya dair; bi’özgürlük alanı geniş müstakil evimiz, bi’de o kara Ayçiçeğidir hatırladığım. İlk yenilgim. İlk istisnam. Esaslı çocuktu, şimdilerin adamı…

T.s.k,